Tarih 15 Mayıs 1974. Yer İzmir. Bir anıt-heykel açılışı yapılacak. Heykelin önü çok kalabalık; haki üniformalı, lacivert takımlı bir alay insan. “İlk Kurşun Anıtı”ymış açılışı yapılan! İzmir’de “Yunan”a il kuşunu sıkan adamın heykeliymiş üstü bayraklı örtülü olan. İyi ama, kimmiş bu kişi? Önce harcı alem anlatıma kulak kabartalım:
“Hasan Tahsin’in asıl adı Osman Nevres’tir. Selanik’te doğdu. Teşkilat-ı Mahsusa adına Bükreş’te iki İngiliz’e suikast düzenlediği için on yıl hapse mahkûm edildi. 1916’da hapisten çıkarılınca İstanbul’a döndü. 1918’de İzmir’e yerleşerek gazeteciliğe başladı. Hukuk-ı Beşer gazetesini çıkardı. 15 Mayıs 1919’da İzmir’e ayak basab Yunan askerlerine ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin, orada Yunanlılar tarafından şehit edildi.”
Anıtı Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk açacak. Asker-sivil kalabalığı, bando-mızıka tantanası biraz da bundan. Şimdi alan sessiz:
“Birbirimizi doğru anlamak, hıyanetle suçlamamak gerekir. Dış tehlikelere olduğu gibi, iç tehlikelere karşı da birlik içinde olmamız şarttır. Bu millet cumhuriyete ulaşmak için dış düşmanlara karşı olduğu gibi anlaşmazlıktan doğan ve teşvik gören sebeplerle birbirleriyle de savaşarak kan dökmüştür…” diyor Korutürk açılış konuşmasının bir yerinde.
Bir kahramanın anıtını açarken Cumhurbaşkanını böyle bir konuşma yapmaya mecbur bırakan ne olabilir? “İhanetle suçlamamak” ifadesini kullanmasının arka planında ne var? O günkü tartışmalar sırasında bu arka plan karanlıktadır. Bilenler bilir ve konuşmalarında hep “oğlum sana söylüyorum, kızım sen anla” demeye getirir. Ama yine de iki yıldır süren bir tartışma var. Görünür tartışma konuları daha çok maddi nedenlere dayanıyor gibi. “Gibi” diyorum, çünkü bu maddi nedenlerin “ihanet” kavramıyla en küçük bir ilişkisi yok.
Görünür tartışma nedenlerinden birincisi “Yunan”a ilk kurşunu kimin attığı konusu. Hasan Tahsin’in “Yunan” askerine kurşun attığını gören hiçbir tanık yok. Ama ilk kurşunu atanın Aziz Efendi olduğuna dair Jandarma Kumandanlığı’nın raporu var! Tartışma: Bunu millete nasıl anlatırız?!
İknci tartışma, daha doğrusu itiraz konusu, yurdun başka yerlerinde daha önce atılmış kurşunlar var ve H.Tahsin’in attığı söylenen kurşun “ilk kurşun” değil. Dörtyol’un Karakese köyünden Kara Memed’in attığı kurşunun tarihi daha eski: 19 Aralık 1918. Bir tartışma daha: Bunu millete nasıl anlatırız?!
Üçüncü tartışmalı nokta Hasan Tahsin’in ölü halde bulunduğu yer konusunda. : “…Cesedi 15 Mayıs’ta öğleden sonra Kışla önünde bi-ruh olarak bulundu” diyen bir kişi var: İşgal yönetimi adına basından sorumlu olarak İzmir’de bulunan Mikail Rodas! Onun da anılarında aktardığı sadece bir duyum, görgü tanıklığı değil. İzmir Jandarma Alay Kumandanı Ziya Bey’in İstanbul’a gönderdiği resmi rapor ise; “…Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi ser-muharriri Hasan Tahsin Recep Bey, ikametgahında şehit edilmiştir” satırlarını içeriyor. Bir belge! Kime inanalım? Belgeye mi, duyuma mı? Sonuçta Ziya Bey’e itibar edilmez, Mikail Rodas’ın anılarındaki ifadeler “kuvvetli kanıt” olarak değerlendirilir! İlginç, değil mi? Bu millete anlatılamaz!
Son “maddi” tartışma noktası ise olaya “tuz-biber” eker: Atılan ilk kurşun mudur, ilk bomba mı? Kimileri kurşunda, kimileri bombada ısrarlı olsa da, heykelin eline bomba değil, revolver verilir. Alandaki yüksek zevat H.Tahsin’in “kahraman” olduğunda, artık, görüş birliği içindedir. Önemli olan budur, millete anlatmak gerekmez!
İlginç olan yan şu:. “Hasan Tahsin adı Cumhuriyet ilanından kırk sene kadar sonra akla geliyor. Hatırlayan da “ihtilalin kudretli Albayı” Alparslan Türkeş’tir. ” (20 Mayıs 2012, Zaman, yazının tamamı için bk. m.armagan@zaman.com.tr )
Bu ilginçliği daha da ilginç kılan nokta ise; heykel dikilmesinin gündeme gelmesi için yeni bir darbenin beklenmesi. 12 Mart 1971 Darbesi’nin hemen ertesinde İzmir Gazeteciler Cemiyeti kanalıyla heykel işi gündeme oturur.. Bir gazeteci kahraman onlar için çok caziptir.
1972’de İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nce çıkarılan “Anıt Adam” (yazan: Zeynel Kozanoğlu) kitabında, bu “millete nasıl anlatırız” sorusuna çok ilginç bir yanıt verilir: “Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, yakın tarihimizde cereyan etmiş birtakım olayların ve yürütülmüş faaliyetlerin açığa vurulması ve tartışılması sakıncalı görülmüştü.”(M.Armağan, agy)
Samim Kocagöz’ün “Kalpaklılar” romanı sayesinde, Kozanoğlu’nun kitabı sayesinde ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin heykeli sayesinde Hasan Tahsin “resmi” tarih kitaplarına, ders kitaplarına ve hatta üniveritelerde okutulan “İnkılap Tarihi” kitaplarına “tartışmasız” bir “ilk kurşun kahramanı” olarak girmiştir. Burası resmi tarih, buradan çıkış yok!!!
Oysa Hasan Tahsin en azından yirmi yıllık bir Osmanlı “sivil”ine, bir “Osmanlı münevver” tipine, bir sabık milleti hakime mensubunun haleti ruhiyesine örnektir… Milleti Hakime konumunu yitirmiş Osmanlı okumuşları asrı saadet (milleti hakime günleri) özlemi tükenmese de, gelecek için yeni arayışlar içindedir. Ama Hasan Tahsin “geçmiş” için, İttihat Terakki içinde yaşadığı günler için kesin görüş sahibidir. Sözü ona bırakalım.
Önce Kasım 1918 ile Mayıs 1919 arası İzmir’de yayınlanan Hukuk-u Beşer gazetesinde 2 Ocak 1919’da yer alan “Fırkalar ve Müstakbelde Hayatımız” başlıklı yazıdan (sadeleştirilmiş) bir alıntı aktarayım:
“Her memlekette partiler ya toplumsal sınıflar arasındaki düşünce farklarını, noktai nazarları gösterir. Yahut idari ve siyasi tarzların geçerli esaslarını gösterir. Şu halde fırkaların oluşumu için bir memlekette toplumsal sınıflar var olmalı veya yönetim biçimince bazı esaslı prensipler, umdeler var olmalıdır…Eşya zıtlarıyla inkişaf ettiği gibi vuku bulan olaylar ve onların kaynağı olan fikirler noktai nazarlarda mukabilleriyle, zıtlarıyla mukayese edilir. Bu itibarla bir memlekette herhangi bir fikrin, siyaset tarzının yararlı (yahut) zararlı (mı) olduğu anlaşılmak için her şeyden önce onun karşısında olan, kıyaslaması olan düşüncelerin esası ve sonuçları görülmüş olmalıdır. Buna dayalı olarakdır ki her memlekette en az iki, üç parti bulunmak ve bir parti, karşısında bulunan diğer bir partinin denetleyen ve onaylayanı olmak gerekir… Eğer İttihat ve Terakki Fırkası karşısında onun her hareketini takip eden bir parti, bir siyaset kitlesi bulunsaydı iş böyle olmaz ve şüphesiz vaziyetin kötülüğü daha önce görülür, önleme çarelerine girişilebilirdi…”
Nerede o “suikastçi” genç, nerede bu satırları yazan kişi!
Beş yıl süreyle Paris kaldırımları çiğneyen, siyaset bilimi tahsili gören H.Tahsin aslında yeni düşüncelere açıktır ve hatta kendi ifadesiyle “sosyalist”tir! Nasıl oluyor bu?
“…Vaktiyle Paris Sosyalist Konferanslarından birinde Belçika meşhur siyasilerinden Van Der Velde’nin ‘milliyet’ esasını sosyalizmin reddetmediğini binaenaleyh namuslu sosyalistlerin evvela milliyetperver olmaları zaruretini büyük bir belagat ve kuvvetle söylediğini hatırlıyorum.
Evet; sosyalizm uluslararası bir hayatı, bir inancı bir toplumsal çehreyi doğuracak bir anadır, fakat acaba bu bütün milletlerin üstünde yaşayan esrarengiz yalnız ve yalnız bu toplumsal buyruktan doğması için dünyaya gelen bir garip kuşağın bir hayvan soyunun etki ve kuvvetiyle (mi) olacak. Şüphesiz ki hayır!..”/9 Mart)
Derken bize çok şey anlatıyor gibidir.
14 Şubat tarihindeki başyazı “Felaket Başında Her Şeyden Evvel Zavallı Bizler” başlığını taşır ve İttihat Terakki’ye çok açık beddua eder:
“Allah’ın laneti kudurmuş köpekler gibi milli kaderimizi ve hayatımızı yerin dibine batıranlara, benliğimize egemen olma iddiası güdüp şu bulunduğumuz sefil siyasi seviyeye düşmemize sebep olanlar üzerine olsun!..” Ve devam ediyor: “Ben bugün hiçbir kişiyi düşünemiyorum ki sekiz on seneden beri karşılaştıkları kötülükler ve kanunsuzlukların acıklı bir tanığı olmasın. Evet, o lanetliler ki en pespaye ve ahlaki rezalet sahiplerine bu memleketin kaderini teslim ettiler. O hainler ki bu altı asırlık imparatorluğun şeref ve namusunu küçük düşürerek, ellerinde lastik top gibi, sefil, adi oyuncaklar gibi oynadılar. Unutmayalım ki o İttihat ve Terakki korkak olduğu kadar cüretkâr, ikiyüzlü, lanet yağdıran gizli oyunlarla bu memleketin yüzyıllar süren şanlı geçmişini kara lekelerle kirlettiler.”
Yahu bu adam İttihat Terakki militanı, Teşkilatı Mahsusa suikastçısı değil miydi?
“Taparcasına sevdikleri cemiyetin ve partinin (İT) yahut siyasi imanın tutar bir yeri kaldı mı? Cemiyet’in (İT) siyasi hayatında bütün eylemlerinde kan ve cinayet, zulüm ve suistimal, uygarlığı küçümsemek, kainata meydan okumak gibi haksızlıklar, kötü ve memleketin temeli için, içinde bulunduğumuz yüzyıl için birer ayıp olan pek çok fasıllar dururken, şimdi beyaz kağıt üzerinde yüz kızartacak kara cümlelerle kimin hesabı görülmek ve kimin onur ve değeri kurtarılmak isteniyor?”
“Şimdi İttihat ve Terakki eski genel sekreteri Celal Bey (Bayar-tu), Manisa ve çevresinde dönüp dolaşıyor. Gazeteler kendisinden İttihat ve Terakki’nin genel sekreteri diye söz ediyorlar. Son İttihat kongresinde Talât, İttihat ve Terakki’nin paydos borusunu çalmamış mı idi? O halde şimdi taşra örgütlerinin eylemleri nasıl devam ediyor? İttihat ve Terakki ya var ya yok! Bunu anlamak istiyoruz. Varsa nasıl oluyor da memlekete bu kadar zulüm ve ihanette bulunan bir örgütün devamına izin veriliyor..”
“İttihadın kılıç artıklarının haber sayfaları ilgili oldukları eski örgütün memleketi kan ve yoksulluk içinde batırdığını, pek çok aydını tam ve yarım şehit yaparak ailelerin başlarına siyah bir tül gerdiğini, en sonra adi hırsızlar gibi önemli bir serveti alarak bilinmeyen bir yere def olup gittiğini hatırlasalar ve sussalar.” (Hukuku Beşer, 30 Aralık 1918)
Hukuk-u Beşer bazı günler çeşitli İzmir gazetelerinden yaptığı alıntılara sayfalarında yer verir ve bu konuda pek ayrımcılık yapmaz. Yine 30 Aralık tarihli gazetede bütün gazetelere birlikte bir “matbuat cemiyeti” kurulmasını önerir:
“… Basın kuvvetinin iyi ve verimli bir düzene kavuşabilmesi için onun bünyesinde bir tatminkar canlılık, tam bir sürekli istek olması gerekir. Bunun için de basın mensuplarının kesintisiz bir ilişki ve düşünce alışverişine ihtiyaçları bir kenarda durmaktadır. Aksi takdirde, basının toplumda yerine getirmek zorunda olduğu görevler gerçekleşme alanı bulmaz… Bu konular; İstanbul’da göz önüne alınarak, basının ileri gelenlerinin her zaman ilişkide olmasını sağlamak için bir basın cemiyeti kuruldu. İzmir’de de bunun olmasını arzulamak gerekir. Hatta geç bile kalınmıştır. Şimdilik yazar arkadaşlarımızın bu konudaki görüşlerini beklemekle yetiniyoruz.” İzmir’de Rum, Ermeni, Müslüman basın kuruluşlarının bir basın cemiyeti oluşturma çalışmalarına katılanlar İzmir geri alındıktan sonra “ihanet” ile suçlanmışlar, kimileri idam edilmiş, kimilerinin faili meçhul kalmıştır. Hasan Tahsin erken ölümüyle bu hale düşürülmekten kurtulmuştur, denilemez mi?!..
Hukuk-u Beşer’in İzmir basın hayatında ilişkide olduğu başlıca gazeteler şunlardır: Müsavat, Köylü, Islahat, Sadayı Hak, Kozmos, Le Levant, Echo de France. İlk dört gazete 9 Eylül 1922’den sonra “hain” sınıfına sokulmuştur. Kozmos ve diğer ikisi ise “zaten hain”dir.
Birlikte dernek kurmayı düşündüğü yazar arkadaşları “hain” ilan edildi. H.Tahsin yaşasaydı akıbeti ne olurdu acaba? Aşağıdaki alıntı “düşman” gazetesi Kozmos’tan ve H.Tahsin gazetesinde buna yer veriyor, okuyun ve siz karar verin:
“Hukuk-u Beşer gazetesi Venizelos’u “Hakikaten Avrupa’nın en tanınmış kişilerinden olup Türkiye’nin dostudur” yazmasına karşılık Anadolu gazetesi yazarı bu yazının Rumca gazetelerden alınmış olduğunu , Türkçe gazetelerde bu gibi yazılar yazmanın doğru olmadığından bahisle arkadaşına danışıp haklılık kazanmak için Girit cinayetinin sorumlusunun Venizelos olduğunu iddia etmiştir. Gerçi geçmiş tarihi hepimiz biliyoruz, buna benzer Makedonya’da İslamların kesilmesini konu ediyor. Fakat ne zaman ve nerede bu canilikler oluyordu? Venizelos’u kayırmak gerekmez çünkü kendisinin politik ve insanlığı koruyan bir kişi olduğu onaylanmıştır. Çünkü sürekli anlaşmazlıkları savaşsız çözümlemek emelindeydi. Nasıl ki birinci Yunan-Türk Savaşı ilan olunmadan Kamil Paşa’ya başvurarak Girit sorununun savaşsız sonuçlandırılmasını istemişti… Ciddi hürriyet yanlısı olan Hasan Tahsin Bey’in Venizelos’a karşı iyi niyetlerinden hoşnut ve eminiz…”
Ne diyorsunuz?!
Hukuk-u Beşer’in iki de rakibi var: Anadolu ve Duygu gazeteleri. İttihat Terakki yanlısı ve hatta Anadolu, el altından, İttihat Terakki’in resmi sözcüsü. Hasan Tahsin bunlarla kapışıyor kıyasıya. Aşağıdaki satırlar, “Arama Bulmayasın/ Haydar Rüştü yalnız İttihatçı değil, mugalatacıdır da” başlıklı yazısından.
“… Esası bozmak, hakikati değiştirmek konusunda İttihat ve Terakki’nin, hükümetinden, genel merkezine kadar hepsin büyük bir ustalık ve maharet sahibi olduklarını biliyorduk. Fakat İzmir kıyılarında böyle değerli çıraklar, bu sanattan nasiplenmiş, (bu sanata) hakkıyla vakıf öğrenciler yetiştirildiğini bilmiyorduk.
Doğası gereği Anadolu’nun evladı olan Duygu, bunun böyle olduğunu ilan ve ispat etti. Başyazarların da cidden efendilerinin kabiliyet ve zihniyetini gördük… Fırkasına, cemiyetine olan saldırı ve sataşmayı boğmak, bastırmak için “amanın kişilerle uğraşıyorlar, namuslu çehrelere saldırıyorlar… Vatanın kurtuluşunu tehlikeye düşürecekler!” diyerek herkese saldırmanın, daha doğrusu … kamuoyunu çirkin bir kişisel sorun söz konusuymuş gibi hakikati arayan basından nefret ettirerek yine Rum ve Ermenilere küfür ile, Araplara hakaretle,.. vurguncuları korur… Özetle İttihatçı ruhu, çeteci ağzı, tehlikeli bir gidişle milleti oyalamak, bocalamak, şaşırtmak ve sonunda seçimler yaklaşır yaklaşmaz yeni bir maske ile, yeni bir dolapla, oyun alanına atılmak ve iş görmek, işte hedefleri… İşte amaçları…”
…
…Her zaman ve mekânda hakikati, memleketin yararını her araç ile savunduğum için ve bugün de memleketimin, insanlığın yararını İttihat ve Terakki’nin tam olarak ezilmesinde, ortadan kalkmasında, o kuruluş adına söz söyleyecek, baş kaldıracak, hareket edecek her kuvveti, her şahsiyeti yok etmekte, tüketmekte gördüğümden, bu konuda… Rakiplerimiz emin olsunlar ki, her aracı kullanacak ve fakat İttihat ve Terakki Teşkilatı’nı, onun taraftarlarını yok etmeye çalışacağımız, memleketi yok olmaya sürükleyen, bütün alemi zavallı İslamiyete, bahtı kara Türklüğe çaresiz Osmanlı tacına düşman eden uğursuz, katil, kan dökücü, sefil, zalim, hırsız, haydut…İttihat ve Terakki’nin bugün varlığından söz etmek, onun adına dil dökmek, onun içinde yer almış olmakla öğünmek, herhalde kendi kendinin idam kararını vermektir…”(Hukuku Beşer, 29 Mart 1919)
“Bu memleket okumuş evlatlarının çoğunu yedek subay olarak Çanakkale’de yitirdi” sözü o kuşaktan yaşlıların ağzından düşmezdi. Hasan Tahsin, eskilerin bu acısının sorumlusunu başyazılarında çok açık ifade ediyor:
“Yedek subaylar; Türkiye’nin parlayan ümidi, geleceği, her şeyidir. Bilgi hazinesi bizim kadar yoksul bir çevrede sayıları birkaç bine ulaşan bu kuvvet bütün kuvvetimizdir.
Yazık ki şimdiye kadar yedek subaylara Enver ve kumpanyası pek sert, pek kaba davranmıştı. Zekanın en büyük düşmanı, ilim ve marifetin, ilerlemenin yaman bir cahili olan Enver, yedek subayları mitralyöz ve top atışları altında kırdırma(k)tan büyük bir zevk duymuştu…”(Hukuku Beşer, 30 Aralık 1918)
Hasan Tahsin, eğer o tarihlerde Bükreş hapishanesinde “suikast” suçundan yatıyor olmasaydı, belki de Teşkilatı Mahsusa tarafında “Ermeni Tehciri” için görevlendirilecekti! Ve belki, o günlerin canlı tanığının kaleminden İttihat Terakki yönetiminin cinayetlerini okuyacaktık. İttihat Terakki hakkında 2 Aralık 1918 günü Hukuk-u Beşer’deki şu satırlara bakar mısınız!: “Anadolu’da Rumların ve Ermenilerin imhasını emreden ve memleketlerini Almanların ellerine bırakan bu adamlar Abdülhamid siyasetinin hukuki varisidirler…”
Tarihin büyük acılarının nedenleri ve sorumlularının ortaya çıkarılması için sıkça yinelenen bir öneri var: “Bu işi tarihçilere bırakalım.”
Benim de bir önerim var: “Bırakalım “hain”ler konuşsun!” Hasan Tahsin “milli kahraman” olarak bunları yazdı ve söyledi. Çürükçüoğlu Nikolaki ile birlikte Islahat gazetesini yayımlayan, Hasan Tahsin’in arkadaşı avukat Sabitzade Emin Süreyya neler acaba neler yazdı, neler söyledi, kim bilir?
Bildiğim şu: Emin Süreyya 8 Aralık 1922 günü “hain” yaftasıyla idam edildi!