Eski urbalarını atma, yama, giy… Eski adetleri, eski fikirleri, masalları bir yana atma… Eskilerden Yeni Zaman’a hep bir hisse kalır… Unutma!..
. . . * * * . . .
Yeni Zaman’dır, İslâm millet eşrafını Frenk millete özendirir, bir vakitte Namazgâh’ı terk eder, düze inerler…
Basmane düzüne inerler, Beyler Sokak düzüne inerler, hatta ve hatta Frenk mahallesine bile , Göztepe sayfiyesine bile gider konaklar yaparlar!..
Eşraf Namazgâhtan el etek çekince; alimler, ustalar, sarıklılar, külahlılar ve sair ahali millet soluk alır hale gelir…
Bir ağa, bir paşa, bir bey, hatta onların bir kapıkulu bile geçse az uzaktan, yan gözle dahi baksa senden yana, mümkün müdür sohbeti kesmemek, oturduğun yerden kalkmamak, mümkün müdür baş eğip selâm vermemek…
Hele Namazgâh “kıraathane”lerinde (1), kapı önü sohbetlerinde iseniz…
Allah’ın selâmı dahi olsa, Allah bilir ki, sohbeti en koyu yerinde keseni Allah affetmez…
Yeni Zaman’ın şu vakitlerinde bitmez tükenmez sohbet, Meşrutiyet ilânı üstünedir, çiçeği burnunda Kanunu Esasi üstünedir.
İzmir’in yüz senedir ilmek ilmek ördüğü “meşruti” bir düzeni vardır, Sultan Abdülhamid’in iradesiyle gelen bu yeni hal, nihayet İzmir’in kabulünden ibarettir.
Hele on sene kadar evvel, henüz İstanbul’un bir Hıristiyan semtinde yeni kurulmuş iken, İzmir sancağında her milletin iştiraki ile kurulan belediye, şehrin meşrutiyetine en büyük delildir.
“Çok şükür, Saray nihayet İzmir’i gördü, meşruti düzeni kabul etti… Çok dinli, çok dilli Osmanlı milletlerinin her ferdinin aynı hakka sahip olduğunu Kanunu Esasi ile tasdik etti…”
İzmir, İslâm eşrafı hariç, her mahallesi ile pek sevinir Kanunu Esasiye, tarih Rumi Kanun-u Evvel 1292, miladi Aralık 1876 olmalı…
Her sokağıyla Çarşı içi, Kasap Hızır mahallesi sevinir; Ballıkuyu, Temaşalık, Taslıçeşme, İkiçeşmelik mahalleri sevinir; Mekke yokuşu, Medine yokuş, cümle inişler yokuşlar sevinir…
İslâm mahalleri dışında kalanlar da sevinir, üstelik daha çok sevinir…
Tek sevinmeyen, sevinme ne kelime, kızan köpüren ağalar, paşalar, beylerdir.
Hıristiyan, Yahudi ve diğer “zimmi”(2) milletle aynı haklara sahip olmayı kendine yediremeyen, Meşrutiyet’i asla kabul etmeyen eşraf da, allem eder, kallem eder senesi dolmadan padişaha bastırır, Kanunu Esasi’yi askıya aldırır…
Neden, ne gerekçeyle?..
Padişah Abdülhamit bir vakite bu sebebi itiraf eder:
“Kanunu Esasi’nin uygulamaya konulmasında karşılaşılan güçlükler nedeniyle,
o zaman devlet adamları tarafından
gösterilen lüzum üzerine, Meclisi Mebusan geçici olarak
tatil olunmuş iken padişahlık topraklarında eğitimin
ilerlemesi ile ahalinin yeteneğinin istenilen düzeye
erişinceye kadar Kanunu Esasi’nin ertelenmesi tavsiye ve arz olunmuş olduğundan…”(3) der açık açık.
Namazgâh bilir ki padişah Abdülhamit’in “ahali” dediği İslâm millettir.
Namazgâh bilir ki, padişahın “devlet adamları” dedikleri ağalar, paşalar, beylerdir.
Namazgâh bilir ki, eğitimde ilerlemesi gereken ve yeteneklerde geri kalan İslâm millettir.
Bilhassa Hıristiyan, Yahudi Osmanlı milletleri eğitimde, ticari ve sınai yeteneklerde pek ilerlemiştir.
Yani padişah, İslâm millet hayrına, beyler ve paşalar dışında kalan Osmanlıların arzu ettiği Kanunu Esasi’yi, eşit vatandaşlık hakkını belirsiz bir zamana bırakır.
Ne zamana kadar?
Onu bir Allah bilir, bir de Halife-i Ruy-i Zemin (4)…
Ama İzmir bilir ki, kendi “meşrutiyet”i vardır, kendi yoluna gider.
* * *
Sırtını Kale’ye veren, yüzünü Agora’ya dönen, yedi kat toprak altında taş tanrılar yattığını bilen Namazgâh kıraathaneleri öyle bir manzaraya bakar ki…
Agora düzü, ki toplu namazların burada kılındığı, Namazgâh adının buradan geldiği rivayet olunur, Diana Hamamları’ından Reşadiye (5)köyüne varasıya gezindiği geniş ufuk sunar gözlere:
Nif Dağı’ndan başlar, Spil Dağı’na tırmanır, berrak havada gözüne güvenen Yunt Dağları’nda gezinir, Yamanlar’da durur dinlenir, sohbete döner, sözü yanındakine bırakır.
Cümle “kıraathane” sohbetlerinde başköşe ağzından bal damlayanların; aksakalların, güngörmüş dervişlerin, ununu elemiş namlı ustalarındır.
Siz bakmayın Namazgâh der gibi, ağız dolusu “kıraat” yazdığıma, kitabi yazsam “kıraet” yazılır ama, öyle desem ağızda iyi durmaz.
Namazgâh kıraathanelerinde sohbet; bahar güneşinde de, yaz sıcağında da ancak kapı önünde, arka avluda, asma altında olursa keyif verir.
Kış günleri, külhan misali korlu mangallar etrafına halka olunur, “kıraat” edilir, ardından döner durur sohbet.
“Kıraat et!”, adı üstünde “oku” emridir, lâkin okumak emir ile olmaz.
Diyelim sabahı kıldıktan, evde iki lokma altlık yaptıktan sonra, kıraathanede kallavi kahveler höpürdeterek içilir, ardından kitap, risale, her ne ise yarım kalan raftan alınır, kalan yerden okumaya başlar “kıraat” erbabı…
Sade okumayı bilir olmak yetmez, güzel okuyor olmak gerek. Yeri geldi mi sesi alçaltmak, yeri geldi mi camekânlar zangırdayasıya sei yükseltmek, sese renk vermek, yüze mânâ resmetmek, gözde ışıklar yakıp söndürmek gerek ki, dinleyende ses soluk kesilsin.
Kıraat eden de, kıraatı dinleyen de kendinden geçer, lâkin kıraat öğle ardına sarkmaz…
* * *
Namazgâh, Namazgâh eden, masallalardan el almış abası yamalı, keçe külahlı dervişlerdir.
Namazgâh dervişler dergâhıdır.
Derviş Eski Zaman’a küsmez, eski tatları Yeni Zaman çeşnisine katmaktır hüneri.
Derviş, gönül zengini bir fakir ademdir ki,
“Dervişlik dedikleri/ Hırka ile taç değil/ Gönlün derviş eyleyen/ Hırkaya muhtaç değil…”
Diye anlatır kendini.
Say deseniz şeyhin dergâhını, Namazgâh deyince hepsinden evvel iki dergâh gelir akla: Mevlevi ve Rufai dergâhları…
Mevlevi dergâhı Patlıcanlı Yokuşu’nda dır. (6.)
Rufai dergâhı Namazgâh Pazaryeri’ndedir. (7)
Bu dergâhlara odun taşıyanlar, bu tekkelerin talebeleri, kıraathane sohbetlerinin de talebeleridir ve şu iki muhtereme selam vermeden geçip gitmezler:
Biri genç Neyzen Tevfik, biri kırkını bulmuş Şair Eşref.
Elbet kıraathanede söz önce büyüğündür ve bu masalın büyüğü de Şair Eşref.
Kerbelâ’nın dert okulunda Hüseyin’den ders alıp
Bin felaket dersi birden tamam etmişlerdeniz;
Olur olmaz belâlardan kaçmayız kaçınmayız,
Biz Yusuf’un makamını görmüş geçirmişlerdeniz.(8)
Der Eşref etrafında halka olan gençlere.
Neyzen güzel söz ustalığında Eşref’ten aşağı kalır değildir, lâkin o daha çok nefes hüneriyle bilinir.
Çubuktan bir nefes çekip Itri’nin tekbirini neye üfleyen Neyzen, cümle güvercin kuşları Hisar’ın avlusuna indirir, kuşlar mihraba döner, saf tutar, bin kere secde edermiş!.. Rivayet böyle…
Neyzen denildiği gibi, lâfı gediğine oturtmakta Eşref’ten geri kalmaz, Meselâ:
Rakı, şarap içiyorsam sana ne/ Yoksa sana bir zararım, içerim.
İkimiz de gelsek kıldan köprüye/ Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim…
Der, “Rakı içer, esrar çeker” deyip adını “zındık”a çıkaranlara cevabı böyle oturtur…
Şu cevaba bakıp, “İzmir ermişler ve dervişler şehridir…” dense yeri değil midir?
Yatsı ertesi mangal başı sohbetlerinin bir başka alemi daha vardır ki, namını duymayan yoktur.
Sohbetin yorulduğu andır. Neyzen, iki yanındaki iki genci, genç Rufai dervişi ile Mevlevi tanburi genci dürtüp hazır eder ve neyi dudaklarına götürür, Beyati bir taksim geçer…
O an kıraathane, Allah sizi inandırsın, bir ibadethaneye döner, öylesine kesilir sesler…
Taksimin son üflemesine, hünerli parmakların “daire”ye vurduğu “düm te ka düm tek” eşlik eder ve ardından Rufai dervişi genç adamdan davudi bir ses ibadete çağırır cümle yârânı:
Gül yüzlülerin şevkine gel nûş edelim mey
İşret edelim yâr ile şimdi demidir hey
Bu kavli sürahi eğilip sâgara söyler ne der
Düm de re la dir na te ne dir na te ne dir ney
Sohbet halkasında kim varsa o davudi sese usul perdeden arka çıkar. Lâkin iş “Düm de re la dir na” ya geldi mi, cümle kıraathane avazın en yükseğine çıkar ve susar.
Mecliste çalındı yine tambur ile neyler
Âşık-ı bîçarelerin gönlünü eyler aman aman
Daire semâî tutarak ney neye söyler ne der
Düm de re la dir na te ne dir na te ne dir ney aman aman…(9)
O vuslat cümle aleme anlatır ki, İzmir beyler, paşalar şehri değil, Neyzen’ler ve Eşref’ler şehridir; Mevleviler, Rufailer, Bektaşiler şehridir…
Bu yanıyla da “Meşruti İzmir” Kanunu Esasi’ye ziyadesiyle lâyıktır.
İzmir, ticarette ve sanayide olduğu gibi, sanatta ve sohbette zengin şehirdir.
Zengin şehir o gün bu gündür hiç umudunu yitirmez…
Belki bir gün, Neyzen olsun, Eşref olsun, yollarını düşürür; o davudi sesli Rufai genç adam olsun, tamburi genç adam olsun geçerken masallardan birine uğrar da cümle müminler bir “Hicaz” fasıl geçeriz:
Bir nigâh et ne olur hâlime ey gonca dehen…(10)
İyi de, daireyi kim çalacak?..
Masal dibi:
1- Kıraet: (kıraat) Okuma; Kıraethane: (Kıraathane) Günümüzde kahvehane.
2- Zimmi: İslâm egemenliği altında yaşayan, hayatı koşullu olarak korunan gayrımüslim, zimmetli.
3- Aslı şöyle: “Kanunu Esasi’nin mevkii tatbikine vaz’ında tesadüf olunan müşkilâta mebni, o zaman ricali devlet tarafından gösterilen lüzum üzerine, Meclisi Mebusan muvakkaten tatil olunmuş iken memaliki şahanemde maarifin terakkisi ile kabiliyeti ahali derecei matlubeye isal olununcaya kadar kanunu mezkûrun tehiri icrası tavsiye ve arzolunmuş olduğundan…”
(TBMM Zabıtlar, Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi; Cilt: 1, Birinci İnikat, 4 Kânunuevvel 1324)
4- Halife-i Ruy-i Zemin: Yeryüzünün halifesi.
5- Reşadiye: Günümüzde Güzelyalı.
6- Mevlevi tekkesi: Patlıcanlı yokuşu, bugün 806. Sokak.
7- Rufai dergâhı: 951. Sokak’ta, Emir Sultan türbe ve haziresinin bulunduğu yerde.
8- Mektep-i gamda Hüseyin-i Kerbela’dan feyz alıp/ Bin felaket dersini birden bitirmişlerdeniz;
Etmeyiz öyle olur olmaz belâdan ictinâb,/Biz makam-ı Yusuf’u görmüş geçirmişlerdeniz.
9- Yürük Semai: Beste, Tab’i Mustafa Efendi. ..………………….
Gül yüzlülerin neş’esine gel/ Yar ile içelim şimdi demidir/ Bu sözümüzü sürahi eğilip kadehe söyler ne der/ Düm de re la dir na te ne dir na te ne dir ney (Bu satır anlamsız hecelerden oluşan ritmik bir nakarattır.)
Mecliste çalındı yine tambur ile neyler
Çaresiz aşıkların gönlünü eyler aman aman
Daire seslere uyar ney neye söyler ne der
Düm de re la dir na te ne dir na te ne dir ney aman aman…
10- Hicâz Şarkı. Beste, Şekerci Cemil Bey; Güfte, Recâizâde Mahmut Ekrem.
Bir bakıver hâlime ne olur ey gonca dudaklı.