Hükümet tarafından İtilâf Devletleri’ne verilen muhtıra hakkında gazeteler görüşlerini kısa olarak, (veya) ayrıntılı olarak beyan ettiler. Meseleyi açık bir nazarla görecek, muhakeme edecek olursak şu hakikat belirir:
Ateşkesten sonra iktidara gelen hükümetlerden hemen hemen hepsi Devleti Ali’nin bundan sonra artık yalnız yürüyemeyeceğini takdir eyledikleri halde etraflarında çevrilen entrikaların buhranından sıyrılamayarak bu hakikati tespit eylemeye muvaffak olamamışlardı.
Son İstanbul hadisesi hükümeti daha uygunca davranmaya mecbur eyledi.
Bu hakikati anlamak ve anlatmak mecburiyetinde bulunduğumuzu adam akıllı takdir eyledik. Hükümet Devleti Ali’nin büyük bir tehlike karşısında bulunduğunu anladı ve buna mani olmak için parçalanmadan devleti idame ettirmeyi hayat ettirecek bir teklifi ortaya attı.”
Ya aylardan beri biz ne diyorduk?
Şu zayıf sesimiz, şu aciz kelimemizle ne bağırıyor, ne söylüyorduk?
İstiklâl, pek tatlıdır. Eldeyken kadri ve kıymetini bilmek şartıyla. Esasen istiklâlini muhafaza etmek bu devlet için esastır. Bundan sonrası ayrıntıdır. Devleti Aliye ise yapayalnız kaldıkça istiklâli koruyamaz.
Koca koca imparatorluklar bile yaşamak için ittifaklara, uyuşmalara lüzum görmüşler. Harplerden çıkmış, yorgun, perişan bir Türkiye hâlâ o yeniçeri kafasıyla bin türlü menfaatlerin tokuştuğu bir devrede nasıl yaşar?
İlk zamanlarda şöyle söylemiştik:
Devleti Aliye’nin varlığını koruyabilmesi parçalara ayrılmayarak bütününü muhafaza etmekle mümkündür. İttihatçıların Turani, Ferit Bey’in(1) Kayseri civarındaki Osmaniye kasabası ta o zamandan bin bir gece masalları demektir.
Ortada koca bir Osmanlılık camiası var. Bu kelimeyi kullandığımız zaman Rum ve Ermeni unsurlarının kendilerini bizden uzaklaştırdıkları ve bizden soğudukları söyleniyor. Kabul ediyorum. Fakat Osmanlılık için yalnız bu iki unsur mu var? Başka kalmadı mı? Diğer unsurlar ile aramızdaki kuvvetli münasebeti unutuyor muyuz?
Osmanlılık, devlet için esastır. Hâlâ bu son günlerde pek uzaklardan yeşil kuşlu, sık ormanlı, yırtıcı kaplanlı diyarlardan bugün bu bağlılığa koşan bir akım hissediyoruz. Bunları nazarı dikkate alalım.
İlk fikri ortaya attığımız zaman bir şikâyet yaygarası yükselmişti. Bugün hükümet bu noktaya dönmeye mecbur oluyor. Hatta biraz da geç kalmış olarak.
Bizim için yapacak yegâne kurtuluş çaresi ateşkesten sonra, hemen İngiltere devletiyle beraber yürümek için siyasi girişimlerde bulunmaktı. Bunu nedense yapmadık. Memleketin zırlak, çatlak, hım hım bir sesi, bir İttihatçı ses vardı ki bütün hayal olan ümitlerden sonra hâlâ bu devletin geleceği ile uğraşıyor, hâlâ burnunu her şeye sokuyordu. Halen hükümetlerden hiçbirisi “sizin bu memleketin kaderiyle oynamaya hakkınız yok! On senedir memleketi ne hale koydunuz, gördük,” diyemediler. Bir münakaşa kapısı açılmıştı. Şu iyidir, bu fenadır, öteki daha iyidir…
Ve bilhassa Amerika’nın aslı olmayan mandasıyla bir hayli vakit kaybettik. Bunun mümkün olamayacağını İttihatçılar da bildikleri halde buna gayet taraftar görünüyorlardı. O zaman hükümet doğrudan doğruya İngiltere politikasını takip eylemiş, İngiltere’nin yardımını talep ve temin etmiş olsaydı, yine vakit kazanmış, boş lâflarla boşuna kendimize fena partiler hazır etmiş olmayacaktık. İttihatçı gazetelerin büyük bir kısmı da doğrudan doğruya istiklal diye bağırıyorlardı. Asıl savunulan nokta istiklal değil İttihatçıların içyüzünün hakikatini bilen İngilizleri engellemekti.
Bu devlet İngiltere’nin yardımını temin eylemiş olsaydı, İttihatçı çalabilir mi? Gece yarıları sokaklarda adam öldürebilir mi?
O halde İttihatçının yapacağı şey, ya memleketi tanımayan bir devletin politikasına meylederek bu İttihatçılık tehlikesini kendi lehlerine olmak üzere sürdürmek veyahut istiklal teranesiyle manevi kudret ve kuvvet sahibi olduğu algısını devam ettirerek memleketi tamamen mahvettikten sonra son enkazından da ne mümkünse onu çalmak ve kaçmaktır.
İstiklale bütün kuvvetimizle taraftarız. Fakat bunu yalnız başımıza sürdüremeyecek bir haldeyiz. Ateşkesten sonra doğrudan doğruya İngiltere’ye yönelmiş bulunsaydık o zaman ortada iyi niyetimiz mevzubahis olacak, bu zavallı milletin zorla İttihatçıların eliyle felakete sürüklenmekten artık bıkmış, usanmış olduğunu medeni dünyaya açıkça söylemiş bulunacaktık.
Bizim için beynelmilel bir idare felakettir. Türkiye veyahut İstanbul beynelmilel bir idare ile gitgide Girit’e benzer. Bunu temenni edemeyiz. Çünkü şimdiye kadar ikircimli bir hareket hattı takip eylemenin cezasını görüyoruz. Burada beynelmilel bir idare mevcut olacak olursa Türkiye muhtelif emel ve siyasi amaçların tecrübe tahtasına dönecek. İlelebet İtilâf devletlerinin arasındaki anlayış birliğinin devam edeceğine dair elimizde bir resmi belge mi var?
İleride ortaya çıkacak bir anlaşmazlıktan istifade edemeyiz. Çünkü vaziyetimiz buna müsait değildir. Binaenaleyh bizim için yapılacak şey bir tek devletin siyasi birlikteliğidir. O devlette İngiltere’den başkası olamaz, olamaz, olamaz.
Refii Cevad, Alemdar 9 Ocak, başyazı.
not: Refii Cevad 1890 Şam doğumludur. Galatasaray lisesi mezunudur. 1909’da Alemdar gazetesini çıkartır.1914-1918 yılları arasında İttihatçılar tarafından Sinop, Çorum ve Konya’ya sürülür. İttihatçılar ve Ankara aleyhindeki yazılarından dolayı “Yüzellilikler Listesi”ne alınır (1922) ve yurt dışına sürülür, ancak 1938’de “af”la döner. Yeni Sabah gazetesinden sonra köşe yazarlığına 1953’ten itibaren Milliyet’te devam etmiş, 1968de vefat etmiştir.
- Hasan Ferit Cansever, doktor, Türk Ocakları sekreterliği yaptı. Köycülük akımı kurucularından.