Bir lâftır tutturmuşlar, “Tahsil şart!” diye. Niye kızıştırılır bu “mektepli-alaylı” kavgası?
İzmir; Şair Eşref gibi “medreseli”, Baha Tevfik gibi “Sultanili” ve çok dinli, çok dilli insanların meşrutiyet için kol kola girdiği şehir, “mektepli-alaylı” kavgasına bir mânâ veremez!
Asmaaltı muhabbetlerinde ; “Viyana kapılarına dayananlar “mektepli” zabitler miydi; Balkanlar’da “toprak kaybı”na mani olamayanlar “alaylı” zabitler miydi?” der, bu münakaşadan kendine eğlence çıkarır şehir…
Latifesi bir yana, o günlere bir dönelim, bir görelim niye çıkmış bu kavga?
Harbiye Mektebi’ne, Miladi 1883 gibi olmalı, von der Goltz derler bir Alman zabiti ve emrinde binlerle telaffuz edilen Alman askeri hocaları ile gelir İslâm askeri talebelerinin başına “hoca” olur, onların tesiri iledir derler bu kavga, günahı vebali diyenin boynuna…
İslâm “Harbiye” mektebi talebeleri bir güzel Hristiyan Alman tezgâhından geçer, “modern” zabit olur, senelerin kışladan yetişme zabitlerini beğenmez olur, çünkü “alaylı” kışla zabitleri, “Alman tezgâhı”ndan geçmemiştir; “geri kafalı”dır, “gerici”dir!
İhtilalci zabit tayfası, bir an için olsun, “Yahu bu Alman İmparatoru Osmanlı’nın kaşına, gözüne hayran olduğu için mi, hayrına mı yapıyor bu tahsil-terbiye işini?” diye sormaz …
İzmir, Sarı Kışla’dan sokağa taşan, Askeri Kıraathane’ye taşınan bu kavgadan gülüşlü, ahenkli türlü yarenlik, keyifli sohbetler çıkarır…
Hoşsohbetlerden kimi Saat Kulesi’nin Alman hediyesi saatlerinde bulur kavgasının sebebini; “Sarı Kışla penceresinden saate bakan “mektepli” zabitlerin gözü bağlanmıştır, Alman’dan başkasını göremez, Alman sözünden dışarı çıkamaz olur,” der gülerler…
Kimi hoşsohbet tepedeki “çan”a takılır!.. Malûm sene Miladi 1901’dir, “Saatler Alman imparatorunun hediyesidir, ama şu “çan” var ya, işte o şeytanın hediyesidir…” der, güler geçerler!
Daha bu kavga durulmadan, “mektepli-alaylı” münakaşası tavsamadan bir diğeri alevlenir:
“Abdülhamid döneminin asker-sivil memurları devletten kovulmalı!”
Selanik ihtilalcileri Meşrutiyet ilânının ilk günlerinden başlar, kanunsuz olarak, keyfi olarak ve şiddet kullanarak hemen her şehirde Abdülhamit dönemi memur ve askerlerini işten atmaya, sürgüne göndermeye…
Atılanların yerine “ihtilalci” memurlar yerleştirme gayretindedirler, “ihtilalci” aklıyla hakiki “inkılâp” böyle olur!
Namazgâh kıraathanelerinin aksakalları, çarşının ustaları bu hale dertlenir, sormadan edemezler:
“Yahu, el insaf, hepiniz aynı dönemin kapıkulu zabitleri değil miydiniz? Abdülhamit devrinin her memuru, her zabiti ona uşaklık etmiştir demek reva mı?
Şehir şahittir ki; Kıbrıslı Kamil Paşa, Aydın Vilayeti valisi olarak İzmir Hükümet Konağı’nda oturduğu müddette meşruti İzmir’in tanıdığı en “inkılâpçı”, en “meşrutiyetçi” ve en “münevver” validir. O da mı kapı dışarı edilecek? El insaf!
Selanik’in ihtilalcilerinin Kamil Paşa gibileriyle derdi başkadır, onlar “inkılâpçı-meşrutiyetçi” olanı beğenmezler.
Oysa Selanik ihtilalcilerinin alayı senelerdir Abdülhamit’in memurudur ve ağızlarından “hürriyet” kelimesinin çıktığını duyan yoktur. Duyamazlar, çünkü “meşruti inkılâp”; lâfını sakınmayanların, kapı kulluğunu kölelik seviyesine düşürmeyenlerin; Namık Kemal’lerin, Tevfik Nevzat’ların, Şair Eşref’lerin eseridir.
Meselâ, inkılâpçı Şair Eşref, ilk tevkifinden sonra “şefaat ya sultanım“ deyip, “aman dileyip” kaymakamlığa dönmez…
Meselâ, inkılâpçı Tevfik Nevzat, ilk gençlik yıllarının yedi senesinde vilayet memurluğu yapar, yazılarından ötürü ilk mahkumiyetten sonra “af dileyip” hükümet kapısına dikilmez…
Meselâ, inkılâpçı Baha Tevfik Mekteb-i Mülkiye’den mezun olur, İzmir Ayan Meclisi katipliğine tayini çıktığı halde devlet kapısından girmez.
İnkılâpçı dil ve din farkı bilmez, fikirleri her dilden her millete yayılır. İzmir’deki gibi…
İhtilalci “tek dil, tek din, tek millet” der; derinden gider, “gizli” çalışır, Selanik’teki gibi…
Hasılı, “mektepli-alaylı” zıtlaşması olsun, “asker-sivil memur temizliği” olsun, ziyadesiyle karanlık noktalardır, nihayetine bakan her göz görür, her vicdan kabul eder ki, Selanik ihtilalcileri devleti ele geçirmenin peşindedir, Almanya da onların arkasında…
Meşhur “31 Mart Masalı”nın kapısı işte bu kavgalarla açılır. Yani “kavga çıkararak” açılır!
Dikkat: “Masal“ dedik ise “kandırmaca” manâsınadır! Masallarımıza lâf gelmesin!
Kapı açılır açılmasına da, bu iki “kandırmaca kavga” da yetmez kapıyı sonuna kadar açmaya, dahası lâzım gelir.
Günlerden bir gün, İstanbul’da geçmişi gölgeli bir “masal kahramanı” çıkar ortalığa: Adı Derviş Vahdeti…
Vahdeti, 11 Aralık 1908 günü çıkarmaya başladığı gazete “Volkan” ile, üç ayda İstanbul’u da Selanik’i de sallar!
İzmir, zelzelesi çok şehirdir, lâkin şehirde “Volkan” yoktur, şehir sallanmaz!
“Meşrutiyet geldi, din elden gidiyor” feryadı İstanbul’da arşı âlâya yükselir! İzmir aldırmaz…
Selanik ihtilalcileri de sahne arkasından feryatlara feryat katar!
Ne İstanbul’daki “Vahdeti feryadı”nın, ne Selanik’teki “İttihat feryadı”nın aslı astarı yoktur. Ne “din elden gidiyor”, ne de “meşrutiyet elden gidiyor” feryadı hakikatin sesidir.
İzmir bu feryatlara değil, Tanburi Cemil Bey’in “Şehnaz” şarkısına kulak verir Meyhane Boğazı’nın meşruti akşamlarında:
Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok
Efsûs ki gamdan beni âzâd edecek yok
Te’sir-i muhabbetle yıkılmış müteellim
Virane dili bir dahi âbâd edecek yok
Yâ Râb ne için zâr-ı Nigârı şu cihanda
Nâşâd edecek çoksa da dil-şâd edecek yok (2)
Feryat ki İzmir’in meşruti feryadıdır, çok dilli, çok dinli bir ayinin “mezmur”udur(3).
* * *
İstanbul ve Selanik feryatları “maksat”a hizmet edecek bir curcunadır, Kanunu Esasi maddelerine bakan bu hakikati görür:
Madde 4’te şöyle der: “Saygıdeğer Hazreti Padişah İslâm dini halifeliğinin koruyucusu ve bütün Osmanlı tebasının hükümdar ve padişahıdır…”
Madde 11’de şöyle der: “Devleti Osmaniye’nin dini İslâmdır…”
Kanunu Esasi’nin bu iki maddesini gören “Meşrutiyet geldi, din elden gidiyor” demez, dese dese, çok milletli bir imparatorlukta “devlet dini” olursa, bu meşrutiyet olmaz der veya “yerli ve milli meşrutiyet böyle olur” der, sıyrılır işin içinden!
“Elden giden” bir şey vardır, doğrudur, ama bu “din” değildir, “iktidar”dır! Selanikli İttihatçıların ihtilali bir türlü “iktidar”a varamamıştır; anayasa, meclis çoğunluğu, hasılı hakiki manasıyla “Meşrutiyet”, Alman aklına muhtaç zabitanın, Alman menfaatine tam yol verecek “iktidar”ına engeldir.
İktidar, Doktor Nazım’ın sözleriyle, “tek milletli, tek dinli” yeni bir devlet tesis etmek için şarttır. Tek millet “Türk milleti”dir. Lâkin, zengin Hristiyan köşklerinde rahatça telaffuz edilen “Türk”, Selanik ihtilâlcilerinin mukaddes sırrıdır, henüz İslâm millete söylenemez.
Söylenemez, çünkü millet “tek din İslâm” adına “tek millet” cihadına çağrılabilir…
Padişahını çok seven (!) Selanik ihtilalcileri hiçbir şeyi oluruna bırakmaz, Alman hocalardan “intizamperver”(1) olmayı öğrenirler ve yeri ve zamanı gelince “padişahın ve meşrutiyetin(!) korunması” için İstanbul’a “avcı taburları” gönderirler!
Avcı Taburu dediğin şey, Selanik ihtilalcilerinin Balkan dağlarındaki askerleridir!
“İsyan Rumeli’den İstanbul’a getirilip Taşkışla’ya yerleştirilen Dördüncü Avcı Taburu tarafından başlatılmıştır…” diye yazar resmi defter ve dahi kitaplar.
Yahu, daha senesi dolmadan ne isyanı bu?
“Meşrutiyet yüzünden din elden gidiyor diyenlerin gerici isyanı” denir ve kapatılır.
Yahu, Selanik’in yolladığı askerin “gerici isyanı” mı olur?
Bu suallere yüz senedir verilen “boş lâflar” dolusu cevaplar ile resmi defterler öyle bir doldurulur ki…
Yalandır. Rumi 31 Mart 1909’da, Miladi 13 Nisan 1909’da bu mânâda bir isyan olmamıştır. Olan biten külliyen bir “ihtilâl”in “haklılık” zeminini hazırlamaktır. Buyurun, dönün, bakın:
Seçimlerden sonra Meclis’te hâkim olamayan Selanik ne Meclis’i, ne hükümetleri hiç rahat bırakmaz. Meclis ve Kamil Paşa hükümeti eğer Selanik’e boyun eğseydi, “31 Mart Vak’ası” yaşanmazdı, der aksakallar, ustalar.
31 Mart’ı en güzel “İhtilalci Komitacı-Meşrutiyetçi” zıtlığı anlatır, lâkin bu zıtlık resmi defterlerde “komitacı–ihtilalci ittihatçı” ile “inkılâpçı ittihatçı”nın hep İttihat Terakki Cemiyeti adı altında yekvücutmuş gibi yazılmasından ötürü o gün bu gündür kafalar karışır, anlaşılmaz.
Bunların komitacılığı, “hâkim millet” komitacılığıdır. Köklü Balkan milletlerine “kök söktürme” azmiyle her nevi şiddeti mubah görürler. Bu “komitacı” ismini de Balkan milletlerinin zulme direnenlerinden çalmışlardır.
İttihat ve Terakki ile çatışan Kıbrıslı Kamil Paşa hükûmetinin 4 Şubat 1909’da Meclisin vermiş olduğu “âdem-i itimat” oyları ile düşürülmesinden sonra sadarete Hüseyin Hilmi Paşa’nın getirilmesi ile Selanik iktidarı “resmen” ele geçirmiş olur.
Kestirmeden söylersek: 31 Mart, komitacı-ittihatçı teşkilâtın Yeni Zaman’daki ilk askeri darbesidir!
Komitacıları, Miladi takvim ile 13 Nisan’daki “31 Marta ulaştıran, darbeyi yol, “kandırmaca kavgalar” kadar, “faili meçhul” cinayetlerle de doludur.
6-7 Nisan 1909 gecesi, Serbesti gazetesinin Selanik ihtilalcilerine karşı muhalefetiyle tanınan başyazarı Hasan Fehmi Bey öldürülür, “faili meçhul” kalır!
13 Nisan, yani Rumi 31 Mart günü Adliye Nazırı Nazım Paşa’nın ve Lazkiye Mebusu Arslan Bey’in, ayrıca üç mektepli subay, bir kâtip ve Şerif Sadık Paşa ile uşağının öldürülmeleri “faili meçhul” kalır!
Yeni Zaman’ın ilk “faili meçhul” cinayetleri olarak meşruti vicdanlar kayıt düşer…
Komitacıları 31 Mart Darbesi’ne ulaştıran yol, bugüne varasıya resmi defterlere düşülmemiş, resmi kasalardaki defterleri açılmamış sorular ve “faili meçhuller” ile doludur.
İnanılır gibi değildir ama, İzmir’de ortalıkta görünmeyen “mikropçu” Doktor Nazım31 Mart günlerinde İstanbul’da ortaya çıkıverir, Selanik’ten gelen Talât ile beraberdir!
Harbiye Nazırı Selanik zabitlerine, “31 Mart İsyanı” bastırıldı, “gerek yok gelmeyin” diye İstanbul’dan haber yollar, Selanik duymazdan gelir!
Vakit saat erişmiştir, 15 Nisan günü Selanik ihtilalcileri nizami ve gayrı nizami askerler ile İstanbul’u “fetih” için trenle yola çıkar, vagon vagon fetih ordusuna “Hareket Ordusu” adı verilir. Resmi defterler, başlarında “Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa vardı” diye yazar. Oysa M.Ş.Paşa 21 Nisan’da Selanik’ten ayrılarak İstanbul’a doğru yola çıkmıştır!
İnanılır gibi değildir ama, Berlin’de görevli olan Enver ta oralardan koşar gelir “fetih ordusu”na yetişir!
“Geyikli” Niyazi de Hareket Ordusu içindedir, sade Niyazi mi: Kolağası Mustafa Kemal Bey, Kolağası Kâzım Karabekir Bey de oradadır…
Bu hayırlı “fetih hareketi” için, İzmir’den zeybekler eşliğinde gelen ihtilalci mebus Halil Menteş’in; “Şimdi milletin ordusu gelmiş, İstanbul hududuna dayanmıştır. Yarın harp başlıyor, bizim ordu galip gelirse bizleri suale çekmeyecekler. Biz sual soracağız. Maazallah asiler galebe çalarsa Sultan Hamit bizleri suale çekmeyecek, giyotine gönderecektir” dediği rivayet olunur.
Dil sürçmesi değil, Fransa hayranlığıdır,“Giyotin” hem ihtilalcilerin korkulu rüyasıdır, hem de arzusu. Öyle ya ihtilalci ihtilalciyi asmadan, kesmeden, birbirini vurmadan “inkılâp” olmaz!…
Gariptir: Karışık birliklerden oluşan ve derme çatma bir görüntü veren HareketOrdusu’nun nasıl bir günde “asi” askerleri bertaraf ettiği ise bir başka soru işaretidir????
Hareket Ordusu’nun “Yeni Zaman Cihadı” ile “İstanbul’un fethi” bir kez daha nasip olmuştur.
Her fetihten sonra ganimet yağması “hak”tır.
Selanik İttihat ve Terakki Cemiyeti, yani ihtilalciler, tam bir Alman disiplini ve intizamı içinde Yıldız Sarayı’nı yağmalar ve Abdülhamit “hal edilir”…
Gülüp geçen İzmir endişelenir, sorar: Bu yağma İttihat Terakki ihtilalcilerinin yanına kâr kalır mı? Bu “Meşrutiyet” davası “huzuru mahşer”e kalır mı?
foto: Yıldız Sarayı…
Masal dibi:
- İntizamperver: Her şeyi tertip ve düzenli yapan.
- Feryât ki feryâdıma imdâd edecek yok/ Yazık ki gamdan beni âzât edecek yok/ Sevmek yüzünden yıkılmış elemli/ Viran gönlü bir daha şenlendirecek yok/ Yâ Râb ne için dünyada şu sevgiliyi/ Kederli edecek çoksa da mutlu edecek yok
3- Mezmur: Ahenkle okunan kaside, ilâhi…
“masal 26: YERLİ ve MİLLİ “MEŞRUTİYET”” üzerine bir yorum