Üç zamanın biridir, kalyonlar yeni yeni Körfez’e girmeye başlar.
Acem diyarı taraflarından gelip, dağlar aşıp şehre giren develer, yolları sırtındaki ademden iyi bilen güzel gözlü eşeklerin peşindedir.
Aklın yaşta kuruda değil, aklın parada pulda değil, aklın başta olduğu zamanlardır o zamanlar.
Dellenen rüzgâr Çatalkaya’dan kopup şehre vurmadıysa, yelkenleri mayna edip iskandil atan karavel sığa varmadan demir salar, pruvasını rüzgâra verir, denizci aklıdır bekler.
Ne kadar bekler, bir o, bir de Allah bilir…
Dellenen rüzgâr bir soluk aldığında, kalyon da, karavel de varır her dinden tüccarın iskelesine kıç verir, demir atar, bağlanır. Kıçtan karaya köprü edilen kalaslar üzerinde hamal nam pehlivan cambazlar bir telaş içre koşar durur. Ambardan çıkan denkler, çuvallar, fıçılar, top top kumaşlar sırtta koşulur karaya, mal yüklenir deveye…
Ambar boşaldıysa eğer, iskeleye yıkılan deve yükü sırtlanır cambaz tırmanır güverteye.
Ayan, eşraf ve elbette padişaha kim kesenin ağzını açtıysa ona haktır iskele, her tüccara iskele olmaz.
İskelesiz tüccarın malının sahile inmesi müşküldür.
Zemherinin ayazında göğüs bağır açık kan ter içinde küreklere asılır hem kayıkçı, hem hamal ırgatlar. Onlara Rum ırgatlar denir ki, bir İzmir, bir de Pontos kıyılarından çıkar. Ha, bir de aralarında pek sık maraza çıkar. Dinimiz bir demezler, dilimiz ayrı der çekemezler, birbirlerini çekemezler.
Eşek ve develerin; gemici, kayıkçı ve hamalların hâli böyle iken, Ermeni milletinden kervancının hâl hatırını sormamak usul erkân bilene yakışık almaz.
O ki, rivayet budur, bin seneden bu yana Semerkant’a varan, Çin’den gelme top top ipekleri denkleyen, Hindi Maçin’den toplanan türlü bahar ve kimyalar saran, gün doğasıya müneccim kapılarında yıldız toplayan, son gün masal dolu heybeyi eşeğin semerine vurup “deh” diyendir kervancı. Deve yükü tamam ise, sen yeter ki başını çevir, istikamet ver, eşek yolu bilir.
Engürü’den geçerken kokuyu alır eşek, “aha geldik” der; Kütahya, Kula, Kasaba üzerinden İzmir’i bulur. Kervan da, kervancı da salıverir kendini Sabuncubeli’nden aşağı ve hiç sektiği olmaz, dudaklardan bir Fuzuli dökülür:
Karbân-ı râh-ı tecrîdiz hatır havfın çekibGâh Mecnûn, gâh ben devr ile nevbet ederiz. (1)
Kervancı sade kendi diline değil, Farsi dile, Türki dile hayrandır ve iyi bilir. Dil bilmeyen, diller bilmeyen yol bulamaz.
Semerkand’dan Isfahan’a, Isfahan’dan Tahran’a, oradan Kerbela’ya vurur yolu, varır aşk hekiminin huzuruna, bir davudi bir ses salar kabrine:
Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabibKılma derman kim helakim zehri dermanındadır. (2)
O güzel gazeli ezberden okur bitirir, dinince duasını, kusurunca tövbesini eder, vakit hayattır der düşer hayatın yollarına…
O kervancı ki yol boyu şehri arzulayandır. Şehre varmak, yük indirmek, yük bindirmek, sarıp sarmalamak ve ardından yola koyulmaktır düşü. Eşek semerinde gözleri kapalı yol gideni gören böyle düşüncesiz beller, kervancının günahına girer.
Şehre arzulu yol denize varınca, kervancı aklı o vakit düşte bile olsa suya erer:
Bu şehirden öte yol yok! Ya her esmede yelken açıp suları yaracaksın, ya gerisin geriye yol olacak, dağ aşacaksın, ya da bu şehri mesken tutup çoğalacaksın!
Hem yol yok, hem başka yolu yok!
Kal, der ona erenler, sağdıçlar, bilenler, bilmeyenler…
Kal bu şehirde, kal ve çoğal! Sokak sokak çoğal!
Uzun, kısa, enli, dar sokakların, çıkmazların olsun, çoğal!
Kâh moloz taşları öpmeye yatmış güneş huzmesinden uzun gölgeler okşayarak, kâh usul ve suskun adımlar arşınlayarak dolaş bu şehri, şehirle sarmaş, şehirle seviş, çoğal bu şehirle…
Masallı gecelerden firar eden isimlerden hiç selâm esirgeme; sokul, hâl sor, hatır sor, tanış.
Kızlar Sokak, Dullar Sokak, Lâle Sokak, Gül Sokak, Şarapçılar, Havyar Hamam sokakları (3)… Hangi çıkmaza girsen, ne yana çevirsen başını, ruhani isimleri sofu velâkin şeytani suallerle sigaya çeke çeke pîrine teslim ol…
Hahambaşı, Havralar, Ay Yorgi, Karaman Mescidi sokakları arşınla; Mekke Yokuşu, Medine Yokuşu, cümle yokuşları tırman Kale’ye var.
Gün ışığına kesmiş göklerde koyu kuytu köşeler bul, olmaz deme, var git eski ruhları ara, sor onlara :
Sen sahilde değil miydin Agora, neden küstün Körfez’e? Neden aldın Aya Yani kiliseyi sırtına? Namazgâh niye sağında?Çıfıtlar içinde biçareleriyle havralar mı sığındı soluna?
Sen ki değil miydin üç zaman evvelinde taş tanrılar pazarı?
Eklisiya’lar (6), camiler, havralar ve hem Muhammet, hem İsa, hem Musa’ya yakın, gökten inme cümle dinler senin taşında buluşmuş, ne güzel, Allah’ın da hoşuna gider bir hâl!
Kal bu şehirde, bu şehirde ayrı şehri, bir tanrıda ayrı mabedi yaşa!
Lâkin bil ki, aynı suyu içer, aynı havayı solur bu alemin dindarı, dinsizi, kararsızı, bunu unutma!
Sen şaşma, onları da şaşırtma!..
Bu şehirde ibadet kapıları ayrıdır, gel gör ki kabahat kapıları aynı sokağa açılır. Ne sokakları şaşır, ne kapıları karıştır, sen şaşma!
Ayakların cümle millet dillerinden sokak be sokak dolaşırken, renk be renk hoş bir koku duyacaksın!
“Bu, ne kokusu bu?!.” Der şaşar koklamayan, bilmeyen. Sen şaşma!
Hasreti cihan bir aşk kokusudur o!.. Aynı çamurdan yaratılanların toprak kokusu…
Çin-i Maçin’den, Hindelleri’nden, değme uzak menzillerden, kuş uçmaz kervan geçmez diyarlardan çıkıp gelen gönül güzellerinin uçuşan kokularıdır o kokular.
O kokular şehre sinmiş kokulara kavuşur, karışır. Ondandır, sokaklar kokularıyla adlanır:
Gül Sokak, Lâle sokak, Menekşe, Nergiz…
Defteri Hakani’ye (4) bakma, oraya düşülen isimlerde bulunmaz bu hoş kokulu hava, o umman mânâlar. Orada yalnızca asalet ve şehadet rütbeli cüce sıfatlar yatar.
Beylerin, paşaların gözünü kokuları uçmuş, hakikate küsmüş, resmiyeti buz kesmiş isimler okşar. O isimler gönül zengini ahali ağzını bozar.
Onlar kilitli kalamazolara Mahmudiye diye yazsın dursun sokak adlarını hat ile, sanat ile…
Onlar Sultaniye desin ağız dolusu tafra ile…
Sen ki, bir bakar, Frenk sokak der ad takar, üste çıkarsın.
Onlar Hükümet Caddesi der orada biterler, sen altından geçtiğin kemer hatırına Kemeraltı der Baş Oturak’a varırsın…
Konak mı dedin? Ali kıran baş kesenlerin baş oturağı mı dedin? Lâkin orada dur kervancı! Yarayı deştin!..
Orada mecbursun durmaya. Ayan ve eşraf karşısında el pençe divan durmaya mecbursun!
Beydir adam, paşadır, el eder sana, yürüyüp gidemezsin, dört ayak üstü sürünerek gider, etek öper, haraç verir, top top hediye ipekler yıkarsın önüne.
Devir öyle devirdir ve üç zamanın ikincisidir. Aynı Allah’ın kulu kılıçlıdır, aynı Allah’ın kalan milletleri kuldur köledir. İslâm millet hakimdir, yönetendir, fethedendir. İslâm olmayanlar hizmetkârdır, sanatkârdır, toprakta ve dahi suda ırgattır.
Sen bakma onlara… Sen dön kervanına… Semerkand’dan vurdun ya yola, kervanı dağlarda, bellerde unutma!
Karlara batan, yarlardan aşan, köylerden geçen yol, karar kılıp şehirli olunca, kavuşunca yani, çoğalınca sokak be sokak; kervanlar ya iskele önüne varır gemi yükü için; ya hanlara iner Aydın ovasına, Menteşe dolayına gidecek deve yükü için.
Kervancı bir “ıhlar”, iki “ıhlar”, hörgücü yamulmuş develer han avlusuna, iskele berisine çöker. Eşek aklıdır, “ıh”tan anlar menzile varıldığını!
Evvela yükler iner, sonra deve dikeninden katır tırnağına Allah ne verdiyse işkembeye indirir develer, başlar geviş getirmeye. Görmemiş, bilmemişler develer dişlerini yer sanır. Bir dikişte bir kuyu suyu çeker bitirir, görmemiş, bilmemişler deve çatlayacak diye durup bekler .
Semerden soyunan eşek sırtına atılan çul, boynuna asılan saman torbasıyla dama çekilir. Lâkin orada da dört ayağını dört yere verip serilip yatamaz, kervan eşeği ayakta uyur!
Kervancının huzur vaktidir, kendini sokaklara vurur.
Sokaklar kervancıdan hasretle masal bekler, kervancı gözlerinin sokak hasretinin peşine düşer.
Sokaklar, İzmir sokakları…
Kimi sebillidir, kalaylı bakır maşrapası zencirli … Kimi dergâhıyla, kimi türbesi ile öğünür. Lokmalı şebekeler ardında minareler kafir gözlere ok misali dikilir durur. Yüksek taş duvarlar ardında kiliseler görünmez olur…
Madem öyle, neden Frenk Sokak’ta Aya Fotini’nin çan kulesi yolu keser, altından eşek geçer, deve geçerr? Kervancı en çok buradan geçmeyi sever.
Neden çan çalınan bu kule ezan-ı Muhammedi okunan bütün minarelerden yüksektir?
Çünkü burası “Gavur İzmir”dir. İsminden ötürü mü bu hâl böyledir, şehir öyle olduğundan mı bu isim böyledir, kervancı ne bilemez.
İşte onun bilmediği yerde bu şehrin sırrı yatar… Gel sen, sır olup sırlara karışmadan dön yine sokaklara…
Masal dibi:
(1) Gönül yollarının kervanıyız korku çekeriz Kâh Mecnun, kâh ben sıra ile nöbet bekleriz.
(2) Aşk derdiyle hoşum el çek ilacımdan tabip Derman arama ki bu derdin zehri dermandır.(Fuzuli)
(3) Yazıda geçen bütün sokak isimleri, sokaklar numaralara mahkum edilmeden önceki isimlerdir.
(4) Osmanlı’da mülk kayıtlarının tutulduğu daire.
(5) Sevda aklını almış, dünyaya boş vermiş Fuzuli
(6) yun.Kilise.