-I-
Ocak ayının behrinde, yani hamsin kapıda iken, yani cehennem zemherisinin zehrinde bir “oğlan” doğar. Dört nala “okucu”lar dört bir yana koşturulur, bey oğlunun kutlu gününü duyurur, çağrısını okur. Bey davetidir, gidilir. Yarenler odun taşır, kadınlar kazan kaynatır, erkekler sofralara bağdaş kurup oturur.
“Oğlan olsun çamurdan olsun” meselinin rağbet bulduğu zamanlardır. Buzhaneyi andıran odaya dolan sevinci varın siz hesap edin. Ebelik eden mahalleli kadının;
“Görülmedi böyle güzel devri Yusuf’tan beri…”
Terennümüyle yıkayıp kollarına koyuverdiği oğlana hayran bakar ela gözlü kadın:
“Aydede gibi bir yüz, kandilli kıvrık saçlar zülüf, perçem salmış ana rahminde. A kızım, ben görmedim böyle güzel!..”
Der dul kadın gelinine.
Kulağa okunan ezandan sonra üç kez kulağa üflenir isim:
“Talât…”
Ama çocuk evde hiç “paşa oğlum” diye sevildiğini, “Talat Paşa” diye çağrıldığını hatırlamaz.
İkinci Harp biter, üç yıl daha geçer, yokluk, yoksulluk günleri geçmez. Ocak ayının on dördüne denk gelir bu mutlu doğum. Namazgâh’ın az ötesi Emir Sultan Türbesi, Kale’ye doğru baktığında türbe arkası Taslı Çeşme mahallesi. O çocuk o yerde, kira evinde doğar.
İzmir’e göçeli taş çatlasa iki yıldır. İnşallah oğlan bereketiyle gelir göç yoksulu kira eve. Oğlan daveti anca o zaman verilir.
Göç, toprağından göçertilmiş halsiz çiçek misali düşkün eder insanı. Can suyu yürüyesiye, toprağa tutunasıya, yüzünü dönesiye güneşe, zorlu günler geçer.
Susuzluğa dayanmak, karanlıktan ışık sağmak gerekir öyle günlerde. Oğlan doğuyor, geçin oğlanı doğurtan ebeyi armağanlara boğmayı, oğlanı doğuran geline bir “manco”, yani akciğer yedirecek para yoktur!
Allah’tan ana sütü bol, bebek doyuyor. Havra Sokak’tan alınan helva, ekmek ve Osmanağa çeşmesinden doldurup getirilen testi testi su… Besleniyor mu? Anne ne yedi ki, sütü yavruyu beslesin!
Yoksul hanenin sevinci dünya derdini unutturur. Ocak ayının dolunayında doğan “ay parçası”nın nüfusunu çıkarmak ayın yirmisinde akla gelir. Nüfus dairesindeki memur Nuh da demez, peygamber de ve cüzdana tarihi düşer:
“20 Ocak1948 “. Bir hattat inceliğinde ismi de yazar:” Tal’ât!”
Baba, kunduracı İsmail efendi eski yazıya daha aşinadır, yeni yazının çengeline, şapkasına bakmaz, baksa anlamaz. Ama şu bir hafta, yaşanmadan çalınmış gibi gelir ona.
“İleride başına iş açar mı ki bu oğlanın? Eh, bir hafta uzun, bir hafta kısa, ömür dediğin ayıp örten divitin pazen değil ya! Yaşa ve gör!”
Oğlan hasta! “Kırk çıkma”dan o ayın on dördünde doğan ay parçası hasta, ateşler içinde. Havaleler geliyor. Uykudan, memeden kesiliyor, eriyor; o apalak-topalak oğlan…
Başı beklenirken, çok şükür korkulan olmuyor, ama hayatta artık o “oğlan” değil, bir parmak çocuk kalıyor. Parmak da, baş parmak değil, geç diğer üç parmağı da, “serçe parmak”! Ay parçası yüzü kaşık kadar kalmış, ötürüklü bir eneze oğlan.
O’nun ömür boyu taşıdığı bu sıska surete laf dokundurmaya kalkanları latifeli itirazıyla karşılar Alâ Kadın:
“Olsun, oğlan olsun da, isterse soğandan olsun!”
* * *
Toprağı terk, hiç beklenmedik bir anda ve beklenmedik biçimde olur.
Eylül 1947’nin ikinci yarısıdır, kunduracı İsmail, karısı Eda ve kızı Fadimesi’ni alır, İzmir’e Fuar gezmesine götürür. O zaman Kula’yı İzmir’e bağlayan karayolu yoktur. Vardır da, yol yol değildir, tekinsizdir, tehlikelidir. Alaşehir’e inip trene binilir, öyle gidilir İzmir’e. “Askerlik sayesi”nde dünya gören İsmail, çok sevdiği karısına da treni, büyük şehri, fuarı göstermek istemiş olmalı.
En az dört yüz elli yıllık ata toprağını temelli terk etmek, kolay alınır bir karar olmasa gerek diye düşünür değil mi insan? Hele o toprakta kök salmış olanlar için…
Fatih Karaman Beyliği’ne son verip de topraklarını ele geçirdiğinde, Germiyan Beyliği’nden Karaman Beyliği’ne intikal eden Kula’yı da Osmanlı topraklarına katar. Osmanlı’nın Edirne Sarayı’ndan Kula’ya gönderdiği ilk kadı Bekir Bey’dir..
Devşirme olsa yeridir, ağabey Bekir yanına oğlan kardeşi Mehmet ve kız kardeşi Şefika’yı da alıp yola koyulur. Yolda hastalanan Mehmet’i toprağa veren Bekir Bey, kardeşi ile sağ salim Kula’ya varır. Bekir Bey’e verilen miri topraklar tapu kayıtlarında görülüyor Şefika Kula eşrafından bir aileye gelin gider, Bekir Bey de Kula’dan evlenir.
Buradan itibaren Kula kazasında “Bekirbeyler” olarak “lavap”lanan (lakap) bir koca aile dallanır gelir.
Hazıra can mı dayanır? Gün olur, devran döner, bir bakarsın elde avuçta bir şey kalmaz. Öyle de olur…
Gün doğumundan gün batımına, Gediz’i besleyen Söğüt Çayı’ndan başlayıp, Bozdağlar’ın eteğine diye tariflenen topraklar, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e her ölümle miras diye bölünüp, her doğum ve her düğünde “bey namına lâf gelmesin” diye, yiye yiye bitirilmiş, erimiş gitmiş.
İşte İsmail efendi, Bekirbeyler’den Eşref Ağa oğlu Rüştü Ağa’nın ortanca oğlu İsmail, öyle bir varlık içinden gelip “pabuççu” olan ilk Bekirbeyzadedir…
On kızdan sonra on birincide oğlan çocuğunun yakalandığı Hancı Halil Ağa (Hancellalar) evinin kim bilir kaçıncı kızıdır hareli ela gözlü Alâ Kadın, Aliye Hanım?
Bekirbeylerin Rüştü Ağa’ya, Mehamit mahallesindeki ağa evine, uzun eve gelin geldiğinde Meşrutiyet yeni ilan edilmiştir ve duvarda padişah Mehmet Reşat’ın tasviri asılıdır. Aliye Gelin (Alâ Gelin) baba evindeki saltanatlı hayatını unutamaz.
Rüştü Ağa bir ayağı aksayan Ala Kadın’a yokluk hissettirmez, hele hele ardı sıra üç oğlan doğurunca, yere göğe konduramaz onu. Varı yoğu serer Alâ Kadın’ın önüne. Ama ölüme ne çare? Genç gelin kucağında üç aylık Hulusi ile dul kalır. İsmail yedi, Sefa on yaşındadır. Ölüm sebebi, doğruysa kemik veremi!
“Yaşın benzemesin, saçların Rüştü deden gibi, kandilli kıvrık” diye okşar hasret dolu gönlüyle torununu. Torunlarına sevgisinde hiç ayrım yapmaz ama, olsun, içten içe parlak lüleli saçlardan ötürü Talât’ı mı sever yoksa?!
Uzun ev, üç oğlanla dul kalan Alâ Kadın’a dar gelmektedir. İtibarı yerindedir, hâlâ el üstünde tutulur, yine de el gibi hissetmemek mümkün değildir kendini.
Çocuklar mektep medrese görmelidir. Sefa İptidai’yi bitirir, anasını ele muhtaç etmeyecektir, terzi yanında işe başlar. İsmail üç yıl gider İbtidai’ye, ilkokul denir şimdi ve bırakır. Okuma yazma öğrenmiştir, âlim mi olacaktır, bu kadarı ona yeter, gider pabuççu yanına çırak olur. Kula’da usta kıtlığı vardır, eski ustalar da kalmamıştır…
Alâ Kadın Sefa’yı askere yollar. Sağ salim dönsün, baş-göz edecektir. Eder de, on kız kardeşin en küçüğü dul Saniye’nin tek evlâdı Müzeyyeni alır oğluna. İki seneye varmadan bir Rüştü daha gelir dünyaya. Ala Nine, “gelin” diye ünlenmemektedir artık, hem ilk toruna, hem de Rüştü adına kavuşmuştur.
Ama çok geçmez, üç ay sonra, ona koca acısını da unutturan büyük acıyı yaşar: Sefa, gece vakti at üstünde evine dönerken, kamyon çarpar, at da evlât da kamyon altında kalır…
İsmail bir yandan eve çeyrek de olsa ekmek getirmekte, bir yandan eldeki az miktar toprakta tütün, bostan, buğday ekmeğe koşmakta, bir yandan da “Yaren” mektebinde usul-erkan, yol-yordam öğrenmektedir.
Yarenlik mühim zenaattır, oturup kalkmayı, söyleyip dinlemeyi genç olan burada öğrenir, “yarenlik etmek” mecazı ile zerre alakası yoktur.
Evin direği İsmail’dir bundan böyle. Ağa oğlu, bey torunu kunduracı İsmail.
Devresi 1331’li, ki 1915’e karşılık gelir, İsmail anayı ve on üç yaşında, terzi çıraklığı yapan kardeşi Hulusi’yi bırakıp askere gider. Devlettir bu, bir başına bir kadın bir tıfıl oğlanla ne yer, ne içer diye dert etmez. Vatan sağ olsun, der geçer!..
İsmail 1937’de Trakya’da tamamladığı askerlik hizmetinden döner. Onun da evlenmesi yakındır, ama yaşanan acı ve sıkıntılar yüzünden ha bu gün ha yarın derken hep ötelenir.
Derken İkinci Dünya Savaşı patlar, İsmail yeniden askere alınır, yine Trakya. İsmail ikinci askerlikten dönünce bu kez kardeşi Hulusi’yi askere alırlar!
Anadolu milletinin kaderi midir nedir, Peygamber Ocağı’na evlat göndermekten, evlatların mürüvvetini görmeye vakit kalmaz. Boşuna demez büyük başlar “asker millet” diye!..