Çocuk aklında istasyon, tren, lokomotif, makinist ve tantan dışında bir şeyler yer etmemiş mi?

Alaybeyi dediğin bir yanı deniz, hiç sahile inmemiş mi bu çocuk?..

Leb-i derya, yani sahil, yani deniz kıyısı, yani yalı…

Alaybeyi’nin güneşi yorgun doğar. Kolay mı heyula Nif Dağı’nı aşmak?.. Ama aştımı da doğruca Körfez’in mavi berrak sularına dalmak, yalı evlerinin camlarında oynaşmak, Mir’at Sokak taşlarını boydan boya gümüşi renge boyamak…

Altmışlı yılların başlarına kadar Alaybeyi’nden denize, o yorgun güneşin ısıtmaya başladığı mavi berrak sulara girilirken, bir sabah seslere uyananlar koşarlar kıyıya, bakarlar ki cümle canlıları denizin feryat etmekte:

Deniz ölmüş! Deniz ölmüş! Kurtarın bizi!..”

Isparozlar, lidakiler, kefallar, kaya balıkları, denizanaları, çiçinalar, yengeçler kafalarını ölü denizden çıkarmış havayı soluma gayretindeler.

Nuh Tufanı mı bu, kıyamet mi!?

Sahilde polis devriyesi, denize girmeye kalkanı engelliyor, uyarıyor:

Dikkat! Denize girmek yasaktır! Hayati tehlike!..”

 Suda tehlike, karada tehlike… O kadarla da kalmıyor;

 “Balık tutmak yasaktır, hayati tehlike!

 Yahu niye?

 “Deniz ölmüş, bitmiş! Denizin balığı ölmüş! O balığı yiyen de ölür!

 İnananlar var, cinayet süsü verdin olaya diyenler, inanmayanlar daha çok:

Yahu koca deniz kirlenir mi, çocuk donu mu bu?

İnananlar sabırlıdır, Darağaç’tan başlar saymaya:

Şark Sanayi, Sümerbank Basma, Tekel İspirto fabrikaları; gel Salhane’ye Kula Mensucat fabrikası, Mezbaha, Piyale Makarna; geç Turan’a, akaryakıt depoları, Turyağ fabrikası ve Alaybeyi girişinde Pirina Fabrikası, burnunun dibinde Tersane…”

Bunlar kıyıda ya da kıyıya yakın olan fabrikalar, atölyeler, işletmeler. İçerilerden de derelere atıklarını salanlar var, Yeşildere tabakhaneleri gibi… Bir de yan sanayileri, tamirhaneleri dizin bunların yanına ve düşünün hepsinin sanayi atıkları Körfez’de, Körfez’in en iç kısmında, Alaybeyi’nde. Evet evlerin atıkları da var, deterjan dedikleri yeni icat zehirler var, kanalizasyonlar doğrudan denize akıyor ve deniz böyle böyle, günden güne ölüyor!

Alaybeyi’nde deniz ölürken neredeydin sen! Utan!

Surata şamar gibi iniyor lâf, Alaybeyi denizinden, balığından utanır hale geliyor insan.

Ya sen?! Sen niye bilemedin o denizin değerini?

Ne değer vermesi, sen denizi sevmedin ki! Ne geçti ki denizle aranda?

Doğru. Bahçeden burnunu çıkarıp mahalle “kopil” leri arasına katıldıktan sonra tanıdım o güne kadar tren penceresinden, vapur güvertesinden görüp seyrettiğim denizi.

Tanıyıp da sevmeyen olur mu denizi!?

Dağlar, ormanlar insanı dibine çekip boğmuyor ama!

Babası boğulup ölen çocuk sevmiyor denizi, balıkçının oğlu, sınıf arkadaşı…

Soruları ağır da olsa, bahçeden çıkıp sahile varan çocuk yüzmeye başlıyor. Alaybeyi sahili, hele Pazar günleri Çeşme kıyıları gibi denize girenlerle dolu.

Sen seviyor musun denizi? Yoksa zoraki nikâh mı?!

Deniz kirli!

Kirli, mirli, ha deyince kopamıyor insan. Geçmişte sahile bakan her evin bir ahşap iskelesi ve oraya bağlı kayığı var mevsiminde balığa çıkılan. Balıklar da küsünce zehir dolu denize, iskele de kalmaz, kayık da kalmaz değil mi? Ama inat bu ya hâlâ kayığından kopamayanlar varken, bazı geceler son kalan kayıklardan birine doluşuyor kopiller ve Alaybeyi kahvehaneleri kurumuş gibi, vira kürek, yakamozlar yaka söndüre, şarkılar çala söyleye Pasaport’a çay içmeye gidiyor, dönüyor.

E, Körfez’de balık kalmayınca kayık ancak bu işe yarar.”

Bir Pazar günüdür, okuyan okumayan bütün mahalle tayfası altı metrelik kayığa doluşup açılır. Niye? Kıyılar çok kirlendi, açıklar biraz daha iyi ayağına geldiklerinden… Ben diyeyim on kişi, siz deyin tam sayı futbol takımı. İçlerinden birinin lakabı “Göbek”, okkalı biri yani. Okkalı ve kopillerin en “cıvık” olanı. Açıkta yüzen boklar herkesin gözüne batıyor ve “Göbek” güya şaka yapıyor, başa oturmuş yüz okka ağırlığını bir sağa, bir sola veriyor ve gittikçe arttırıyor salınımlarını… Kayıkta dengesi bozulanları da katın hesaba, çok geçmeden kayık alabora!..

On, on bir kazazede (!) sahile çıktığında onları görenler feryadı kursağında kalmış gibi, ağzı açık bakıyor:

Kaçın millet, dev lağım fareleri bastı burayı!

Eğer kaçışan olmadıysa, henüz sahilde akşam kalabalığı toplanmadığındandır. Başındaki telden ayağındaki tırnağına kadar körfez bokuna bulananın denize ettiği, bağıra çağıra ettiği küfürleri bini bir paradır. 

Çocukken bir hata mı yaptık? Biz büyüdük kirlendi deniz!

Madem Alaybeyi’nde deniz bu denli kirlendi, ayrı ayrı damacanalarda içme suyu değil ya bu, o zaman bütün denizler kirlenmiştir. Aksini iddia eden iddiasını ispatlasın! İspatlanasıya hiçbir kıyıdan sırça parmağımı da, ayak baş parmağımı da sokmam, kendi türkümü çığırırım:

Benim meskenim dağlardır, dağlar!..”

Sade denizi değil, daha öncesinden, deniz kirlenmeden yani, deniz kıyısında oturanları da pek sevemezdi o.

Onlar niye yalıda oturuyor? Daha mı erken gelmişler Karşıyaka’ya, Alaybeyi sahiline? Müslüman evinin bahçesinde heykel olur mu? Üstelik çıplak kadın heykeli!”

Bunlar çocuk aklının sorularıdır. Babasını, babasının kunduracı dükkânını, babasının kesesini düşünür:

Bunların hiç mi ayakkabıları eskimez, pençe yaptırmazlar? Bunlar hiç mi ayakkabı ısmarlamaz, hep hazır ayakkabı mı giyerler?!

Yalıdaki evlerin birine bile bir günden bir güne onarılmış ayakkabı götürdüğümü, başım okşanıp bahşiş verildiğini hatırlamam. Alaybeyi Çarşısı’ndan geçtikleri de, bir çöp satın aldıkları da pek görülmemiştir.

Geçmişte çocuk gözünde yaşanmış hayat, gezdiği yerler, bastığı topraklar, yüzdüğü sular ve yalıdaki evler ve dahası, Alaybeyi hakkındaki hakikat koca koca sorular olup dikilecektir uzun yıllar ötesinden dönüp bakanın karşısına.’

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s