Alaybeyi’nin iki ucunda iki önemli yapı vardır.

Bu yapılardan biri Mir’at Sokak’ın başındaki istasyon, ikincisi ise sahile çıkmadan, yolun sonundaki okul.

Okul, bilerek tren gürültüsünden uzağa yapılmış gibidir. Biri Alaybeyi’nin kalbi, biri Alaybeyi’nin beyni. Unutmadan not düşeyim, okulun adı Alaybeyili büyüklerin ağzında “Sörler Okulu”dur.

Alaybeyi’nde günlük hayat sabahın köründe “tantan”ın(1) ilk çan vuruşlarıyla başlar, ilk treni, Çiğli’den kalkıp gelen “Korozman”(2) trenini haber verir; saat altıyı beş, on geçiyor olmalı. Üç vardiyalı işyerlerinde çalışanlar ve el emeğiyle çalışan kimi sanatkârlar bu tenha trenin yolcularıdır.

İzmir’de demiryollarının dünyaya gelişi şehir ve bölgenin Akdeniz ve hatta dünya ticareti ile bütünleşmesine dayanır. Trenler yalnızca yük taşımaz, insan ulaşımını da üstlenir.

Karşıyaka 1800’lü yılların sonlarından itibaren, esas olarak körfez vapurları sayesinde, Kordelya adıyla aranılır bir sayfiye yerleşimi haline gelir, sonrasında bu sayfiyenin ürün ve hizmet ihtiyaçlarını karşılayan esnaf ve sanatkârların yerleştiği Alaybeyi gelişmeye başlar. İstasyonlar da bu sırayı izler: Önce Karşıyaka, daha sonra Alaybeyi istasyonu yapılır.

Gidenin ardından güzel konuşmak gelenektendir. Şart mıdır, değildir, susanın da ne demek istediği anlaşılır elbet, ille “kem söz” gerekmez. İstasyon hakkında anlatacaklarımı lütfen bu geleneğe dayanarak yorumlamayın. Eğer bir yanlış, bir abartma sezerseniz hoş görün.

Malûm, mekân ölçüleri insanla ters orantılıdır. İnsan büyüdükçe mekân boyutları küçülür. Tersinden söylersek, çocukluk dediğin devler ülkesinde geçen bir devri âlemdir. Hikâyelere teyellenen geçmiş zamana dair bilgi ve tahminler, çocukluk tüketildikten sonra yapılan yamalardır. Çocuk gözü ve gönlünün gördüğünü ne yapsanız bir daha aynıyla, aynı boyutlarda göremezsiniz.

Alaybeyi İstasyonu’nun ardından gelişmeye başlayan çarşı temel ihtiyaçları karşılayacak zenginliktedir: Fırını, bakkalı, manavı, kasabı, mandırası, “inhisarlar idaresi” ürünlerini satan küçük büfesi, lokantası; kunduracı, terzi, berber, tuhafiyeci, marangoz, demirci, tenekeci, gaz ocakçı-muslukçu, camcısıyla; kahvehane ve meyhanesiyle iki yana tespih taneleri gibi dizili dükkânları vardır. İstasyondan sahile doğru sayın, sağda on-onbeş, solda bir o kadar dükkân Cami sokağına varınca çarşı biter.

Naldöken’de, Turan’da böyle bir çarşı yoktur, Bayraklı çok az benzer. Salhane’de işçi lokantaları, kahvehaneleri dışında bir şey görülmez, Halkapınar ve Hilâl istasyonları mahallesi olmayan istasyonlardır.

Alaybeyi istasyonu kendi çapında bir külliyedir: İstasyon binası ve peron, Tantancı kulübesi, Tantancı evi ve istasyon helâsı. Camilerdeki helâlardan sonra ilk “asri umumi helâ” olarak düşünün bu helâları. Bildim bileli temizlendiği pek görülmüş değildir! İstasyon binası tek çatı altında iki kapalı, bir açık mekândan oluşur. Birinci kapalı yer “hareket memuru” odasıdır, tren gelmeden beş dakika kadar önce memur ortadaki açık mekâna bakan gişenin penceresini yukarı sürüp bilet satar, bu mekânın sadece perona bakan yüzü açıktır ve gişenin tam karşısındaki bekleme salonunun kapısı buraya açılır.

İki satırda bir “tantan” lâfı geçti, “o nedir” diye şimdi sormayıno, hikayesi biraz uzun. Ama şu bilinsin ki Tantancı Evi, Basmane’den Çiğli’ye kadar sadece Alaybeyi’de vardır.

Peronu herkes bilir. Peron dediğin elbette her istasyonda var, yoksa nasıl binsin insanlar trene?! Ama Alaybeyi İstasyonu’ndakine peron deyip geçmeyin! Orası sadece trene binilen, trenden inilen yüksek düzlük değildir, Alaybeyi’nin gün boyu oyun sergilenen tiyatro sahnesidir orası! Alaybeyi milletinden her ferdin rolünü kendine has mimik ve hareketleriyle oynadıkları bir sahne!

Meselâ tren bekleme sahnesi, meselâ yolcu uğurlama sahnesi, meselâ yolcu bekleme sahnesi, mesela boş gezenin boş kalfası sahnesi… Her Alaybeyili bu sahnelerin her birini kendine has bir tarzda oynar ve oyunculuktaki şaşmaz istikrarına insan bakar bakar da şaşar kalır.

Peron oyunlarından biri, bence birincisi, Alaybeyi “jön”lerinin Pazar günleri sahne aldıkları oyundur ki, İzmir Fuarı’na gelen tiyatrocular seyretse kıskanır. Kısacık şöyle:

Önce dekor: Peronun Naldöken tarafında iki büyük dut ağacı, Karşıyaka tarafında bir ağaç, o da dut, o da büyük. İki boylu poslu âdem kollarını kavuşturmaya kalksa nafile, öyle koca ağaçlar. Pazar günleri ilk iki dutun altına birer ayakkabı boyacısı oturur. Boyacı sandıkları zengin evlerindeki mobilyalar gibidir. Sarı, pirinç köşebentleri, cilalı ahşap sandıkları, sarı kapaklı boya şişeleri ve samur yumuşaklığında fırçaları, bir de, boyacının son parlatma darbelerini vurduğu vişne çürüğü kadifesi…

Sonra müzik: Fırça değildir o mübarekler, sanki birer müzik aletidir! Davulcunun sopasıdır, darbukacının parmaklarıdır, bateristin çubuğudur. Sandığa dokundurulan ardışık küçük fırça darbelerinin hem müziği, hem dili vardır: Taka tık tak tak tıkı tak “İndir”; Tik tiki tak tik taka tik “Kaldır”; tak tak “Sıkı bas” ve tek tak “Bitti, tamam!..”

Şimdi oyuncular: Evdeki Pazar hamamından çıkmış gençler ayakta ayakkabı boyatır. Alaybeyi’de lostracılardaki İstanbul beyzadeleri gibi kapalı yere girip oturmak havayı bozar. Taze hamam, taze tıraş üstüne şimdi de de aynalı cilâ, delikanlı adam için oturmak ne mümkün!

Her işe sağdan başlamak uğurdur. Önce ütülü pantolonun sağ paçası itina ile az yukarı çekilir, sağ ayak kaldırılıp sandığın üstüne yerleştirilir. Sağ kol dizden kırılmış ayağın uyluk kemiğine bilek dirsek ortalamasından yerleştirilir, sağ el bilekten kırılıp parmaklar yer çekimine bırakılır. Eldeki tespih, zincir veya anahtarlık aralıksız fır döndürülür. Sol el leğen kemiğini yandan karışlar vaziyette kemer üstüne oturtuldu ve bir de sol bilekten kol saati görünür oldu mu tamamdır.

Boyacının son maçlara dair muhabbet zorlamaları kısa kesik cevaplarla geçiştirilir. Biriyantinli baş ağır abi hareketleriyle sağa sola, yukarı aşağı dönmektedir, çiyan bakışlar aralıksız etrafı süzer, racon keser, “Ben buradayım, o delikanlı burada, buradaki benim ey ahali!” demenin demidir bu dem.

Boyacının cila perdah kadifesini son kez hızla çekişi havada kamçı etkisi yapar: Şak! Bu “bitti” demektir. Jön iki ayağı üstüne gelir, pantolonun ütüsünü düzeltir, pantolon cebinden çıkardığı bozukluğu boyacıya uzatır ve yürür. Ama ne yürüyüştür o! Pırıl pırıl parlayan “iskarpin” leri üstünde havalanır mübarek.

Peronun diğer iki oyuncusu, iki “esas oğlan”ı vardır ki, bunlar rol kesmez, ne yaparsa harbiden yapar: Biri “gasteci”dir, biri “kokoreççi.” Gasteci’nin adı yok, adı var da bilinmez, “gasteci” işte. Kokoreççi Ali, Ali abi, Arap Ali. Yüzüne karşı “Ali, Ali Abi” denir, arkasından adı “Arap Ali” oluverir.

Gasteci” sabahçı. Sabah erkenden evlere ve dükkânlara gazetelerini dağıttıktan sonra gelir peron kenarına yere sergisini açar, tren için gelenlere, vapur için gidenlere “en son haberler” diye gazetesini satar ve 9.10 treni de gidince, “haberler bayatlamış” olur, sergisini kaldırır, gazeteleri omuzlar gider. Sağ omzundan belinin soluna çaprazlama asılı kayışa oturttuğu onca gazeteyle kapı kapı dolaşmaktan sağ omzunun çöküklüğü ilk bakışta hemen fark edilir.

Kokoreççi Arap Ali sadece bahar aylarında ve akşamüstü açar kokoreç mangalını. Öyle on iki ay, yirmi dört saat kokoreç diye bir şeyler satmak olmaz, baharda satılır kuzu kokoreç. Sonbahardan kışa girerken kara tavalara dizili fırınlanmış ayvalar satar. İki işi de çok, ama çok iyi yapar. Yaz ve kış ne mi yapar? Bilmem. Ama hep gülen gözlerine kulak verirseniz, kışı soba başında, yazı dağın başında geçiren bir gönül ehlinin sohbetine dalarsınız. O ilkbahar ve sonbahar hayatlarının oyuncusudur. Kıvırcık saçlı Arap Ali Afrika kökenli midir, nedir?..

Fırında ayva” takıldı kafalara, değil mi? Öyleyse anlatmak farz:

Ekmek Ayvası diye –medeniyet kurbanı- bir ayva türü vardır, yanlış oldu, vardı demek gerekir. Neyse, işte bu sert ve sulu ayva -ki taşa vura vura yenilir, çünkü bıçak vurulursa suyu kaçar- tepsilere dizilip fırına sürülür. Yarım saat geçer geçmez dışarı alınan tepside artık ayva yoktur, sütlü çikolata renginde ve çikolata tadında bir cennet meyvesi vardır! İster parmakla ye, ister kaşıkla, mis…

Sakın ola denemeye kalkmayın, zamane ayvalarıyla asla olmuyor.

Perona yani sahneye dönelim yine : Peronun yerinde yeller estiğine göre, zihninde resmetmek isteyen meraklılar için biraz daha ayrıntıya girip rahat rahat anlatayım. Kim kalkıp da öyle değil böyleydi diyecek ki!..

Peron istasyonun bir yanında üç buçuk metre eninde, on beş metre boyunda toplam kırk, kırk beş metrelik bir yükselti. Yükseltinin demiryolu tarafı, yani biniş yönü kesintisiz bir düz hat. Peronun demiryolundan yüksekliği vagonun ilk basamağına rahat erişmeye el verecek ölçüde, kırk elli santim kadar. Yol tarafı biraz daha yüksektir ve düzayak olan Mir’at Sokak tarafından Celâl Bey Asfaltı’ na doğru, yol eğiminden ötürü yükseklik artar ve tam istasyon binasına iki metre kala sekiz basamakla çıkılacak bir yüksekliğe varır.

İstasyon peronun uzunlamasına orta yerine, biniş yönü hattından bir buçuk metrelik bir peron genişliği kalacak şekilde oturtulmuş, yaklaşık üç metreye on iki metrelik tek katlı bir yapıdır. Demiryoluna ve yola doğru eğimli bir çatısı vardır. Bu çatının sağına ve soluna dörder metre boyunda, biri “gişe”, öteki “bekleme odası”, iki göz oda oturtulmuş. Ortada kalıyor dört metrelik bir veranda. Verandanın sırtı, yani Celâl Bey Asfaltı’na bakan yüzü duvar. Burada altlığı ve sırtı ahşaptan oturma yerleri var. Verandanın saçak ucunun ortasında zarif bir döküm dikme var. Oturma yerlerinin arkasındaki duvarda tren saatleri yazılı levha asılı. Ankara, Bandırma trenleri, Manisa otorayları burada durmasa da, onların da Karşıyaka’dan hareket saatleri yazılır. Varış saatleri mi? Yol hali bu, o devirde bunu bilebilecek alim “şömendöferci”(3) yok…

Şömendöfer!” Sahi o zamanın yaşlıları tren yerine bunu kullanırdı, ağızlarına da pek yakışırdı!

Peronun her iki yanı, yani demiryolu ile yol arası otuz santim kadar genişlikte betondur. İki yanlı beton bant arası 20×20 santimetre boyutunda beton yer karolarıyla kaplıdır. Ancak her bir karo pahlı oluklarla birbirinden ayrılan yirmi beş kareye dilimlenmiştir. Öylesine sağlamdırlar ki, olmadık eziyete rağmen, yüz elli sene çiğnendikten sonra, bir gece yarısı katledilesiye kadar ayakta kalabilmişlerdir!

Bir gece, modern “metro” istasyonu için yüz yıllık Alaybeyi istasyonu kepçe darbeleriyle hayatımızdan çıkarılıp atıverilir! Ne diyeyim, yapanlar utansın! Bir de benim gibi onu çok sevip de koruyamayanlar…

Peron üstünde bazı uyarı levhaları vardır:

“Tren hareket halindeyken inmek ve binmek tehlikeli ve yasaktır!”

Bu birincisi ve anlaşılır bir uyarı; ikincisi:

“Perondan bisikletle geçmek tehlikeli ve yasaktır!”

Bunu anlamakta hep zorlandım. Çünkü perondan geçmek hem kestirmedir, hem de peron üstünde pedal çevirmek pek fiyakalıdır. Anlamadığım bir levha daha var makasların yakınında:

“Atlatma manevra yapmak yasaktır!” gibi bir şey.

İstasyon binasının iki göz odasından biri, hem hareket memuru, hem de gişede bilet kesen kişinin, adıyla sanıyla Hikmet Bey’indir. Odanın kapısı dar cephede, gişenin karşı tarafındadır, yani Mir’at Sokak’tan geliş tarafında. Öteki gözün adı “bekleme odası” ama, Karşıyaka istasyonundakine benzemez; ufacık aşım, ağrısız başım mütevazılığı içindedir ve içine girip de bekleyen pek görülmemiştir.

Bildiğiniz gibi, Alaybeyi’de posta, ekspres, otoray, marşandiz, yük treni durmaz, burası banliyö durağıdır. Banliyö yolcusu çoğunlukla durup bekleyen değil, trene koşup yetişen yolcudur.

Lacivert üniforma içinde Hikmet Bey Alaybeyi’nin iki üniformalısından biridir, diğeri kahverengi üniformalı gece bekçisi. Gündüz uyuyan gece bekçisini pek gören olmaz, ama Hikmet Bey öyle mi ya?

Hikmet Bey Alaybeyi’nin adına uygun beyi. Bıyıksız, sinekkaydı traşlıdır , saçları hep bakımlı ve taralıdır. Ütülü lacivert üniforması içinde dimdik bir duruşla ve kırmızı trenci şapkasının altındaki başı yukarıda, çevresine ilgisiz yürüyerek makamına ilerler. Evi istasyona elli metre var yok, soldaki ilk sokaktadır , o kısacık sokak içinde, soldaki tek katlı tek evde oturur. O evde resim yapan bir kadın vardır, Hikmet Bey’in karısı Mazlume hanım. Mazlume hanımın babası asık yüzlü Alaybey muhtarıdır. Evin duvarları tablolarla doludur. Alaybeyi’nde ressam kadın!!! İnanamadınız mı?

Talât Ulusoy, 21 Mayıs 2019
Foto: Ekim 1997

  1. Tantan: Demiryolu bariyeri.
  2. Korozman: ing. Crossband; Çapraz. Alsancak’tan gelen demiryolu hattı ile Basmane’den gelen hattın kesiştiği yer, asıl adı “Istavroz.” Bu isim nasıl oldu da “Korozman”a döndü, bulamadım.
  3. Şömendifer: fr. Aslı “Şimendöfer”,demiryolu demek. Şömendöferci; demiryolcu, trenci.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s