….. ÇARŞI, YAMANLAR’A KARŞI …..
Vurun bir zahmet Mir’at Sokak boyunca istasyondan denize doğru, yani doğuya, Tersane tarafına, gidin…
Mir’at sokağın çeyrek dilimi sağlı sollu dükkânlarıyla mahallenin çarşısıdır. Alaybeyi’nin kalbi der mahalle buraya.
Denize yüzünü dönüp gidişte Mir’at’ın ve elbette Çarşı’nın sağ yanını kışları sabah güneşi okşar geçer, akşam güneşi güler geçer. Ama yazları yakar, geçmez, sanki tepende dikilip kalır.
Büyük Yamanlar dağ silsilesine bakar bu yanda dükkânı olanlar. Dükkânlar tek katlıdır ya da iki katlı evlerin zemin katındadır. Bu tarafın dükkânları yazları gölge ve az sıcak, kışları soğuk ve ayaz olur.
Dükkân aralarında ya da dükkânların üst katlarında evler var elbette. Yolun sonuna doğru, denize varmadan, (Atlı) Tramvay Caddesi köşesinde büyük bahçeli, ulu okaliptüs ağaçlı ilkokul var; Alaybeyi İlkokulu.
Hani sözünü etmiştim, şu eskilerin “Sörler Okulu” dedikleri var ya…
“Sörler” ne demek?.. Alaybeyi’nde tramvayın işi ne?..
Onca zamanı cevapsız geçmiş sorular bunlar. Bunları yine geçelim, ama şunu geçmek olmaz:
Alaybeyi İlkokulu yok artık, Selçuk Yaşar olmuş adı, Alaybeyi’nin tarihini, bastırmış parayı ismini cismini satın almış birileri!
Ben hep parayı verenin düdük çaldığını sanırdım, oysa sadece düdük değilmiş, meğer hakiki tarih de çalınırmış!
Bencileyin, “Bunlar olurken ben yoktum” diyen de kurtulamaz, bu hırsızlığa karşı duramadığı, Alaybeyi’nin geçmişini koruyamadığı için.
“Zülfü yâre dokunma , sen yine çık Çarşı’ya” desenize…
Aklımdayken söyleyeyim, Mir’at Sokak “eski” 1672 sokak, yeni “Şehit Asım Aksoy” sokaktır.
İstasyona yakın dükkânlar, Sörler Okulu ve İstasyon ile yaşıt ya da yakın tarihlerde yapılmış olmalı, çünkü malzeme ve biçim aynı, presa tuğla ve tek kat.
“Kim yapmış bu yapıları bilen var mı?”
Meselâ istasyonun bir hikâyesi vardır, şöyle anlatılır:
“Evvel zaman içinde bir senede, o sene 1866 olmalı, İngiliz Şimendöfer Şirketi Kasaba yani Turgutlu’ya kadar bir demiryolu inşa eder, daha sonra bu hattı Alaşehir’e kadar uzatır. Bu hatta Kasaba Hattı denir. Kasaba, Turgutlu’nun eski adı.
Bununla da kalmaz,1888’de şirket 96 kilometrelik Manisa-Soma hattını yapar. 1891’de Osmanlı hükümeti Kasaba Hattı’nı satın almak ister, anlaşamazlar. Sonunda Osmanlı bastırır ve 266 Km.lik demiryolunun işletmesini geri alır ve bir Fransız şirketine 99 sene süreyle verdirir…”
Hikâye burada bitmez, ama tarafımdan bitirilir ve dönülür Çarşı’ya:
Alaybeyi İstasyonu’nun peronuna paralel dar sokak, Mir’at sokağını Celal Bey Asfaltı’na bağlar. Kimdir bu Celal Bey?
Her sokak adsız bırakılırken, numarayla damgalanırken Celal Bey adı nasıl olur da Karşıyaka’daki iki asfalttan (ikincisi Reşadiye Asfaltı) birine verilir?
Yoksa, Meşrutiyet ilânının ardından İttihat Terakki tarafından “özel görev” ile İzmir’e gönderilen, Celal Bayar olmasın?..
Yılların Celâl Bey Asfaltı şimdi “Şehit Üsteğmen Ahmet Konuksever Sokağı”dır. İnşallah daha çok evlâdımız ölmez, yoksa şehit adı vermeye sokak yetecek gibi değil bu gidişle!..
Endişemde haksız mıyım?
İstasyona paralel dar sokak da Çarşı’nın bir parçasıdır, ama pek kısadır. Bu sokakta bir mandra, yanında aşureci ve dondurmacı Hafız, yanında bir fırın ve sonunda iki ev vardır iki katlı.
Kokoreççi Arap Ali, meşhurdur, tam buraya, Hafız Amca’nın karşısına, peronun kenarına kurar zamanı gelince düzenini. Kokoreç zamanı yaza kavuşmayan bahardır, ithal bağırsak nedir bilinmez o zamanlar. Hafız Amca, Arap Ali kadar olmasa da o da koyu tenlidir.
Yine aklıma gelmişken araya sıkıştırıvereyim, Alaybeyi’nde siyahi güzel insanlar vardır; Tersane’de çalışan Pele ve Karşıyaka Onat Eczanesi’nde kalfalık yapan güzel kadın ve yakışıklı ağabeyi gibi…
Hafız’ın yanı Mandra Memişlerin. Memiş yaşıtım ve onlar Kırşehirli. Ne işleri var Alaybeyi’nde, niye göçmüşler ki Kırşehir’den? Çocuk aklının soruları bunlar.
Hafız Amca’nın dükkânı alçak tavanlı, bir masa iki taburelik küçük bir dükkâncık. Kış ayları aşure, yaz ayları dondurma satar. Daracık vitrininde üç boy tas içine konulmuş, üstü bol nar, ceviz ve susamla kaplı aşureler pek kışkırtıcı görünür göze, hele yerken serpilen gül suyu kokusunu da içine çektin mi…
Hafız’ın dondurması tek çeşit olur, o da sütlü. Ahşap dondurma kovası içine metal bir silindir yerleştirir, yağlı koyun sütünü doldurur o silindire, kulplu ağzını sıkıca kapatır. Silindirin çevresinde kalan boşluklara buz parçaları doldurur, başlar kapak kulpundan tuttuğu silindiri yarım tur sağa, yarım tur sola bıkmadan hızlı hızlı döndürmeye. Bir saat mı desem, iki saat mı desem, epeyi bir zaman sonra sakız gibi dondurmaya döner süt.
Her daim beyaz önlüklü, kısa boylu Hafız Amca’m kalkar, elini yüzünü yıkar, döner gelir kuyrukta bekleşen çocuklara.
Eksik kalıp yanlış anlaşılmasın, Hafız Amca hafız falan değil, adı öyle!
Yandaki fırın, fırın dedikse ekmek falan çıkarmaz orası, “pişirici fırını”dır. Tek başına bir Karadeniz adamı çalışır fırında, adaşımdır, Rizeli Talât. Baş üstünde götürülen tepsiyi alır, yağlanmış küçük kare kartona sabit kalemle yazılı bir numara verir, aynı numaranın yazılı olduğu diğer kartonu da tepsiye iliştirir. Tepsi götüren çocuk tembihlidir, sorar:
– Ne zaman pişer?
Hay sormaz olaydım der soran. Okkalı Lâz şivesiyle hep aynı cevabı verir, takılır adaş:
– Piştuğu zeman celir alirsun!
Ah be fırıncı, ah be adaş, Rize nire, Alaybeyi nire! Tek başına bir ademsin, ne bir eşin, ne bir yoldaşın var yanında! Fırında yatar, fırında kalkarsın, yahu sen niye geldin buraya?
İstasyon’dan sahile doğru Mir’at sokağın köşesinde, yani Memiş’lerin mandıraya bitişik, kapısı Mir’at sokağa bakan dükkân bakkal, Yılmaz bakkal. Hafif mütebessim yüzlü, sessiz, boyluca biri, Arnavut Yılmaz.
Denize doğru ikinci dükkân, pek iz bırakmamış bir meyhane ve yanında bir soğuk demirci var. Demircinin adı yok, ama Alaybeyi’nde acı izi var. Kapı önünde duran karpit bidonunun patlamasıyla fırlayan kapak bir çocuğun bacağını koparmıştı!..
Demirciden sonra Mir’at sokağın Cihan Sineması sokağı, 1673 sokak ile kesiştiği köşeye kadar giden taş duvarın arkası boş arsadır. Arsa’nın köşesinde Arnavut Rafet’in manav sergisi. Derme çatma bir yer ve çarşının tek manavı.
İnalınır gibi değil ama, o tek manavda marul satılmaz! Marulu akşam üstü bahçesinden söken “marulcu”, marulları sert ucundan tığ ile geçirdiği sicimle iki metre kadar bir sırığa aralıklı olarak bağlar, sokaklarda dolaşıp satar:
“Kıvırcık, taze kıvırcık!..”,
“Göbekli marulum var!..”
Yok öyle manav tezgahında bekleyen, her gün pörsümüş yaprakları koparılıp atılan marul satmak!
Manavın önünde, Nisan ortasından başlayarak iki üç hafta boyunca kurulan tezgâhın üstünde allı morlu sarılı boyalı yumurtalar satılır. Yok, satılmaktan çok “tokuşturulur!”
Tokuşturulacak “ellik” yumurtayı seçmek de, tutmak da, vurmak da hüner işidir. Ellik yumurta seçimi köpek dişi ile yapılır. Yumurtanın sivri ucu köpek dişine hafif hafif vurulur, dişle temas ve temasla çıkan sesten sağlamlığı kestirilir.
Kırılan yumurta kıranın olur. İsteyen yer, isteyen düşük bir paraya tezgâh sahibine bırakır. O kadar yumurtayı yiyemeyeceğine göre, o ne yapar bilinmez!
Ya Hu, boyalı yumurta tokuşturmak Paskalya’ya has bir Hıristiyan geleneği değil mi? Alaybeyi’nde Hıristiyan adetinin işi ne?!. Yok canım, hepimiz “Elhamdülillah Müslümanız!”
Boyalı yumurtalar eski İzmir’den, çok dilli ve çok dinli, Hıristiyanlı, Müslümanlı İzmir’den miras olsa gerek. Eh, bu kadar kusur(!) Alaybeyi’nde bile olur!..
Aynı sıradan devam: Manavın karşı köşeden başlayıp yol boyu uzanan iki evin altında yüksek tavanlı beş dükkân var. Evler de, dükkânlar da Giritli Fatma’nımın…
Karşı köşe dükkân Arnavut kasap. Alaybeyi’nin üç kasabından biri. Yanındaki dükkân değişir, arada bir turşucu olur, elbette hafızada pek yeri yoktur. Üçüncü dükkân eczane. Yaşlı, Tepeköylü eczacı kadının kimi kimsesi yok, ona “anne” diyen bir kız var yanında.
Dördüncüsü Şişman’ın babasının lokantası…
Alaybeyi İlkokulu’nun iki şişmanı var, çocuklar bu ikisini Hint horozu gibi güreşe tutuşturmayı pek sever, ibiklerine kadar kıpkırmızı kesilirler. Ama, Allah var, kafa göz yarmadan güreşirler.
Sıra geldi Kardeşler Bakkalı’na. Eline veresiye defterini alan gider, ihtiyacını alır ve alınanları sabit kalemle deftere yazar bakkal Must’fendi, bu yüzden dilinin ucu hep koyu mavidir.
Alaybeyi’nde o zamanlar herkes veresiye alışveriş ediyor olmalı!..
Tam tezgâhın arkasında, tavana bitişik, çerçeve içinde sevimsiz, iki parçalı bir resim ısrarla bakar veresiye alanlara.
Birinci parçada yalıdaki evlerde oturanlar gibi kravatlı, takım elbiseli, ayak ayak üstüne atmış bir “beyefendi” oturur. Sol elinin baş parmağı koltuk altındadır ve öbür elindeki sigarayı kasılarak tüttürür.
İkinci parçada, çevresini fareler sarmış, öksürükten iki büklüm, üstü başı perişan bir çökmüş bir “efendi” resmedilir. Bu adam yabancı değildir, ona benzeyenler Alaybeyi’nde çoktur. Birincinin altında “peşin veren”, ikincinin altında “veresiye veren” yazar.
Bakkal takım elbiseli, kravatlı değildir, veresiye verir, ama bayağı kanlı canlı biridir ve o da Arnavut’tur.
Ve beşinci dükkân… Sıkça boş kalır, geçmişi siliktir. Ama “Nazilli Pidecisi” olduktan sonra Alaybeyi’nin unutulmaz dükkânları arasına girer. Pide içleri bırakılır, çok değil on-on beş dakika sonra gidilir, pideler hazırdır.
Aradaki iki evden birincisi, iki katlı, iki taraflı, orta aralıktan tek kanat kapıyla girilen alçak, ufak bir ev. İlk tarafın alt katındaki dükkan hâlâ hafızada ışıl ışıl: Berber Necdet Amca! Hani ileride Alaybeyi’nin meşhur berberi olacak Ruşen’in ilkokulu bitirince çıraklığa başladığı, bir kapı bir pencereden ibaret dükkân. Yaz günleri giyotin penceresi sabahtan kaldırılır, dükkânı kapatırken indirilir. Sehpa üzerinde Akbaba mecmuaları eksik olmaz.
Sırada babamın yaptırdığı ev var, tek katlı. Kulalıların evi.
Sokağa bakan iki odadan biri dükkâna çevrilmiş, kunduracı dükkânı olmuş. Sokaktaki diğer dükkânlara kıyasla güzel bir vitrini var. Vitrine içten asılmış, zemini siyah, yumurta biçiminde bir de camdan tabelası var, pek hoş. Üstteki “İsmail ve Hulusi Ulusoy” yazısı bir yay halinde, altta düz bir satır “Kunduracı” yazılı tabela vitrin camının üstüne asılmış içeriden. Siyah zemin üstüne yaldızlı harfler de pek şık duruyor. Levhanın şıklığı son model iskarpinlerin satıldığı bir ayakkabı mağazasını çağrıştırıyor. Ama öyle değil, burası ayakkabı tamircisi. Arada sırada, o zamanlar öyledir, “ısmarlama” müşterisi gelir. Sağ ayak tabanı bir kağıda çizilir, mezura ile ayak tarak ölçüsü alınıp kağıdın üstüne yazılır: Kırk numero.
“Ne zaman biter benim ayakkabı?”
“Haftaya aynı gün buyurun gelin, ayakkabınız hazır olur!”
Evin öteki yanı boş arsa. Daha sonra buraya üç katlı bir apartman kondurulacak ve yeni bir Giritli Memed Ağa ailesi taşınacak Alaybeyi’ne. Mahallenin en yüksek yapısı, ilk apartmanı diye yer etmiş hafızada.
Boş arsadan sonrası Cami Sokağı köşesi. Bir Selanikli ailenin iki katlı “Rum evi” var bu köşede. Ailenin tek kızı okumuş avukat olmuş. Buradan ötesi, ilkokula kadar tek veya iki katlı evler.
Karşı köşedeki Tenekeci ile Çarşı’nın bu sıradaki dükkânlarına nokta koyun, dükkânlar bitti! Lâkin evler biter mi?! Tenekeci’den sonra denize kadar, okul hariç hep ev.
Sizin anlayacağınız, istasyon merkezli çarşı ellili senelerde denize doğru sağdan say on, on bir dükkân, soldan say aynı bir o kadar…
Ama iki dükkân da demiryolunu öte tarafında, kara tarafında var ki, bunların ikisi de Alaybey için “hayati” önemde: Ekmek fırını ve Kömürcü Kara Ali’nin tek kat yeri. Bu ikisi bir yana, öteki dükkânlar bir yana…
Bir fırın var ekmek pişirmez, öteki fırın tepsi almaz. Tam bir uzmanlık ayrımı. Ekmek fırını “harcı ekmek” çıkarır, bu ekmek bayağı esmerdir. Hani bugün pek makbul olan kepekli ekmek, karakılçık ekmeği gibisinden. Bunu gelir durumu düşük ve kalabalık aileler alır, yer.
Bir de Arabacı Sokak’taki elektrikli fırının ekmeği vardır, francala , beyaz mı beyaz, pasta gibi lezzetli, pamuk gibi ekmek. O ekmek lezzetlidir ama, “bereketsiz” olur, o katıksız da yenilebilen ekmek girmez her eve. Harcı ekmek “tek” ve “çift” ekmek olarak iki ayrı büyüklüktedir.
Şu da var, o harcı ekmekler eve girdiği gün yenmez, ekmek sandığında bir gün bekler. Büyükler sıkça yineler gerekçeyi:
“Taze ekmeğin sindirilmesi zordur, sağlıksız olur!” Oysa işin gerçeği, taze ekmek çok yenir, maksat ekmekten tasarruf etmek.
“Ekmek hayati önemde de, Kömürcü Kara Ali’nin işinin hayati önemi ne ola ki?!” Mangal kömürünü “barbekü”den başka yerde tanımayan kuşaklar için anlaşılır bir soru.
Kara Ali Alaybeyi’nin tek mangal kömürü satıcısı ve mangal kış günlerinin en baş ısınma aracı. Tam adının adamıdır Kara Ali; kara posbıyıkları vardır, kara tenlidir, karalar giyinir ve beline kara kuşak dolar. Orta sıklet pehlivan cüsselidir. Sadece kömür satmaz. Arpa, yulaf da satar hayvan yemi olarak. Kara Ali’nin yanından giden yol Alaybeyi’ni tarlalar içinden geçerek Küçük Yamanlar Dağı’na bağlar, ıssızdır.
Çarşı’nın, Kara Ali’nin olduğu bu tenha bölgesinde, Çifte Fırınlar’a giden köşede bir de kahvehane vardır, önü küçük bahçeli. Alaybeyi sakinlerinin pek itibar etmediği, daha çok dışarıdan gelen inşaat ve bahçe işçilerinin oturduğu bir yer. Dilleri “bilinmeyen bir dil“, belki ondandır.
Alaybeyi’nde Boşnaklar, Arnavutlar zaman kendi aralarında “bilinmeyen bir dil”, Giritliler “bilinmeyen bir başka dil” konuşur.
Ta ki istasyona, iskeleye “Vatandaş Türkçe Konuş” emirnameleri asılasıya kadar…
Foto: Atlı Tramvay.