Çarşının karşı yakası sohbetine yine istasyondan başlamalı.

Demiryoluna bakan köşe, yani ilk dükkân kasap, yanında meyhane, sonra kahvehane var, burası Arnavut gençlerin çokça takıldıkları bir mekân. Her üçü de tek katlı.

Bu kahvehane çok önemli, Alaybeyi futbol takımının, Egespor’un lokali burası aynı zamanda. Alaybeyi’nin futbol takımı dediysem, sıradan mahalle takımı demedim, lütfen dikkat!

Egespor yıllarca Altay, Altınordu, Göztepe ve Karşıyaka ile dişe diş mücadele etmiş, kadrosunda Alaybeyili gençlerin olduğu bir futbol kulübü. Yıllarca puan cetvelinin son sırasında, hatta kimi zaman “0” puan ile en son sırasında yer alsa da sahaları terk etmemiş bir takım.

1959 Yılında Türkiye Ligi kurulunca İzmir Mahalli Ligi’nde mücadeleyi sürdüren Egespor, sonunda, altmışlı yıllarda Tire’ye satılmış, Tire Egespor olmuş. Rivayet odur ki kulübü satın alanlar kulağının üstüne yatmış, söz verilen parayı idarecilere ödememiş.

Kahvehanenin yanındaki iki katlı, istasyonun tuğlalarıyla aynı tuğladan yapılmış, belki de inşa tarihi istasyon ile aynı olan bir ev var. Bu evin merdiven altı tekel bayii, o zamanki deyimiyle “İnhisarlar İdaresi”nin ürünü içki ve sigaralar satıyor.

Yaz günleri buraya belediyenin buz arabası ile buz kalıpları gelir, şöyle bir metre boyunda ve on santime yirmi santim kesitinde kalıplar. Buz arabasını görenler çocukları koşturuyor buz almaya. Tam kalıp buzu kasaplar ve kahvehane işletenler için, evlere alınan genellikle çeyrek kalıp buz. Testere ile kesilen buz kalıbı parçasına orta yerinden bir sicim bağlanıyor, sicimden tutup götürüyor buzu çocuk.

Götürüyor götürmesine de, zor götürüyor. Sicimle buz arasında fazla açıklık olmaz, olursa denge sağlanamaz, buz çocuğun elini önce “yalamaya”, sonra  “yakmaya”, daha sonra “dondurmaya” başlar. Öte yandan eli kesmeye başlayan sicim alttan da buz kalıbını yemektedir. Bu durum hem dengeyi bozar, hem de çocukları hızlanmaya zorlar, yoksa buz eve varasıya su olur, yolda kalır.

Mecburen hızlanılır, hızlanılır, hızlanılır… lâkin sürat felâkettir. Düşer çocuk…

Kazanın bilançosu: Buz kalıbı, siciminden kurtulur, parçalanır, “tuz-buz” olur; diz kapağında ve dirsekteki sıyrıklarla atlatıldıysa kaza, “ucuz atlatılmış” sayılır!

Eve sağlam ulaşsa çeyrek kalıp buz neye yarar ki? Bir parçasını su bardağına atıp soğuk su içemezsin, ilaçlıdır o buz! Soğuk su içmek için “buzluk” denilen, çinkodan yapılmış musluklu bir düzenek bulunur evlerde. Çayhanelerdeki semaverler gibi muslukludur, üstünde soba borusu geçecek kadar tek delik vardır. Alt tarafı kapalı soba borusunun içine buzları kırıp doldur, su dolu semaverin içine daldır ve kapağını kapat, on dakikaya varmadan koy bardağı musluğun altına, iç buz gibi Yamanlar suyunu, otuz iki dişin keman çalsın!

Buzcudan sonraki köşe yine bir kahvehanedir, “Köşe Kahve.”. O da tek katlı, yüksek tavanlıdır ve silinmesi zor bir yeri vardır hafızada.

Buraya altmışlı yılların ilk yarısında “oyun” makinaları gelmiştir, para şangırtıları sokağa taşar. Kahvedekiler şangırtıya döner, “hadi malı götürdün” der, hem takılır, hem kıskanır…

Kıskanan kalkar oynar, lâkin hep veren kumar aleti görülmüş müdür? Tecrübeliler kıskansa da kalkıp oynamaz.

Bu kumar makinalarında canı yanmış, harçlığı sıfırlayıp üzülen çocuk çoktur…

Ama, bu makinadan para kazanıp üzülen çocuk da olur! Cepte ses veren o kadar “yirmibeşlik”le eve nasıl gider, “nereden buldun” sorusuna nasıl cevap verir o çocuk?

İşte hafızadan silinmeyen budur.

Karşılıklı iki meyhane ve neredeyse yan yana iki kahvehanenin olduğu çarşı başı gecenin ilerleyen saatlerinde sıkça kavgalara, ağız dalaşlarına sahne olur. Ya meyhane masasında lâf altında kalmanın dayanılmazlığından, yada iki tek sonrası kahvehanede tavlaya oturanın zar tutma itirazından kopar vaveyla . Yumruklar pek konuşmaz, kan akmaz, olup olacağı en yüksek perdeden ikili yaygaradır. Yaygaracıların etrafında Alaybeyi adamları halka olur, kahkahalar atar, keyif çıkarır, o kadar.

Ama kan çıkan dövüşler de olur Alaybeyi’nde, meselâ horoz dövüşleri gibi!.. Kimi evlerin avlularında Hint horozu beslenir, kahve önlerinde halka olup dövüştürülür. İşte orada kan çıkar ve kaçan horoz yenilmiş sayılır.

Geçelim denize doğru öteki köşeye: O köşe, şu bizim Balkan Mandırası… Büyük “plastik kap” henüz keşfedilmemiştir. Elde tabakla gidersin, önce terazinin bir kefesine tabak, öteki kefesine gramlar koyulduktan, yani “dara”sı alındıktan sonra yarım kilo yoğurt, yoğurt tavasından kesilir, tabağa konulup tartılır, üstüne bir “yağlı kağıt” örtülür yolun tozu toprağından korunsun diye. Yoğurt iki çeşittir; koyun ve inek. Koyun yoğurdu her zaman olmaz ve pahalıdır.

Mandıranın yanında tesisatçı dükkânı, onun da yanında muhtarın iki katlı evi ve muhtarlık yer alır. Muhtar, eski “Rum evi”ne bir giriş bıraktıktan sonra bahçenin kalanını dükkân yapmış, üstü de teras. Muhtarlık bu dükkânda. 1950’lere kadar bu eski yapı “halkevi” olarak kullanılmış.

Alaybeyi’nde halkevi!!!

İleride bir tesisatçı daha var Mustafa abi ve onun da karşısına denk gelen Tenekeci Necati abi de tesisat işleri yapıyor, yani üç tesisatçı var Alaybeyi’nde.

Demek ki gazocağı tamiri, musluk tamiri, su tesisatı döşenmesi, lehim işleri gibi işler üç dükkânı doyurmasa da kıt kanaat geçindirecek kadar çokmuş, üstelik bisikletle dolaşan tamirciler olduğu halde!

Her milli bayramda muhtarlığın önünde davul zurna çalınıyor. Çalınan daha çok Arnavut ve diğer Balkan insanlarının sevdiği havalar, Ege taraflarının havaları, zeybek havaları pek oynanmıyor!

Gecenin bir vaktinde kafayı bulanlar geldikleri toprakların oyunlarını düşe kalka sergiliyor, çoluk çocuk halka olmuş, ağızlar bir karış açık sarhoş oyunundan zevk çıkarıyor. Öğlen saatlerinde çalmaya başlayan davulcu ve zurnacı, yorgunluklarını ve kuruyan dudaklarını arka ceplerinden çektikleri rakı şişelerini yudumlayarak gideriyor. Bazen de çifte zurna çalınıyor. Daha doğrusu biri parmaklarını oynatıp bir şeyler çalarken, öbürü kımıldamadan keyif çatan parmaklarla zurnaya üflüyor.

Muhtarın yanında, demiryoluna kadar uzanan bakımsız bir derin bahçe ve sonuna doğru önünde göğe yükselen fıstık çamı olan iki ev var. Evlerin biri kerpiçten. Kerpiç evde Arnavut ana, baba üç kızıyla oturuyor. Bu üç kız da uzun boylu, alımlı…

Kerpiç evin büyük kızı Libya’ya gelin gittiğinde mahalle günlerce bununla yatıp kalkıyor; “Yazık etti, güzeller güzeli kızını gitti bir Arap’a verdi!” diyenler oluyor, kim bu millete Arap nefretini, başka milletlere nefreti aşağıladıysa, lâkin  “Güzel kız kerpiç damdan kral sarayına gitmiş, fena mı olmuş!” diyenler de oluyor.

O zamanlar Libya’da Kaddafi yok, Kral Sunusi var.

Bu derin bahçenin yol tarafında geniş bir alanda oduncu var. Koca koca kütükleriyle, sabahtan akşama odun kesen hızar gürültüsüyle, dağ gibi yığılmış sobalık odunlarıyla çarşının hiçbir dükkânına benzemez bir yer orası. Odunlardan arta kalan yerde hızarın yerleştirildiği, önü arkası açık, derme çatma ahşap sundurma ile kaldırım kenarında üç metreye üç metrelik derli toplu bir ahşap kulübe var, oduncunun yazıhanesi bu kulübe.

Lâkin “oduncu” deyip de geçmeyin ha!.. Oduncu, köyden alınıp okutulmuş bir “Cumhuriyet çocuğu.” Takım elbise, kravatsız gezmez. Odun deposu köşesindeki yazıhanesi masası ve koltuklarıyla genel müdürün makam odası gibidir, içindeki radyo ve koca teyp ile bütün Alaybeyi dükkânlarından ayrılır.

Oduncu hiç sektirmez, yüksek sesle “ajans”ları dinler. Alaybeyi esnafından pek kimseyle, karşı komşusu kunduracı, yan komşusu tesisatçı ile bile selâmı sabahı yoktur. Sessizliği mi seçmiştir, nedir?!

Oduncu’nun sessizliği 27 Mayıs Darbesi sabahı yazıhanesinden mahalleye yaptığı yayın ile son bulur. Radyonun sesi sonuna kadar açıktır ve acayip bir ses sık sık “Ordu idareye el koydu” der, bir şeyler okur ve marş çalınır: “Yaşa varol Harbiye, yıkılmaz satvetinle Göklerden gelen bir ses sana ne diyor, dinle…”

Alaybeyi dinler! Oduncu teybine kaydetmiştir, Alaybeyi aylarca dinler o marşı, Bütün mahalle çocukları, büyükleri o marşı ezberler…

Oduncudan sonraki tek katlı, bodrumlu evden sonraki bahçenin duvarının bitiminde, tek kat eski iki dükkân vardır, biri sözünü ettiğim gaz ocakçı, muslukçu, bisikletçi, fotoğrafçı kırk hüner sahibi bir yalnız adam ve öteki ise terzi Hıfzı amca . Terzinin terziliği de ve ismi cismi de kızından ötürü ikinci plandadır. Kız Hava Harp Okulu’ndan subay çıkmış, kolay mı!

 Alaybeyi o subaya ne diyeceğini bilemez, “subay hanım” mı, “komutan bayan” mı, “hamfendi” mi, ne? Çarşı içinden geçerken kahvede üç iskemleye yayılmış adamların cümlesi toparlanır, bir “hazır ol”a geçmedikleri kalır.

Evet, bahçenin duvar komşusu sinema, Şan Sineması, ama daha orası sinema olmamıştır ki! İki katlı güzel bir evdir, arka tarafı koca bir gül bahçesidir, türlü renk ve türlü kokuda güllerin ormanıdır, Boşnakların evidir burası. O tarihte, bu sırada çarşının son dükkânı Arnavut ayakkabı tamircisinin, Zot’un babasının dükkânı.

Zot iyi futbolcu, çalım atıp geçmediği yok. Herkes onun ileride ünlü bir futbolcu olacağına inanıyor. Lâkin, hayat dediğin geleceğiyle ve hatta geçmişiyle, ve hele bu memlekette bir sır küpü…

Zot askerden döndükten kısa süre sonra intihar ediyor… “Ne yaptılar sana askerde Zot?”

Mahalle günlerce bunu soruyor, cevap … Bulamıyor!

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s