Dükkân sahibi olmadan çarşı esnafına dahil olan “gasteci” ve Kokoreççi Arap Ali var. Bu ikisi dışında, yine dükkânsız, fakat çarşı esnafından sayılmayanlar var. Meselâ dükkân sahibi manav tek olsa da; çarşının atlı, eşekli, arabalı manavı çoktur.

Atlı veya eşekliler genellikle mevsimin tek çeşit ürününü satarlar. Yaz günleri öğlen olmadan sesleri yankılanır sokaklarda:

“Buca’nın iri kara üzüüüm!” veya,

“Emiralem sultani üzüüüm!”

Bağlardan gün doğmadan toplanan salkımların üstü, sabah ayazının kırağısından ötürü terli gibidir. Öğleden sonra zinhar üzüm satılmaz.

Ocak ayı ile birlikte sesler de, sözler de değişir: “

Kale’nin sakız bakla!” veya,

“Agamemnon enginaaar”

Dört mevsim at veya eşeğin çektiği arabasına üç beş türlü mevsim sebze ve meyvelerini koyarak satan bir iki seyyar manav geçer seyrek olarak Mir’at sokaktan:

“Ayşekadına gel hanııım!”

“Kadife patlıcan!”

“Ödemiş’in sarı patiteees!”

“Karacabey’in kuru soğan!” ve daha neler…

Her satıcının kulaklara tanıdık gelen ayrı sesi, sesinin ayrı namesi, namesinin bir başka ahengi vardır. Ama en güzellerinden biri sonbaharın ilk sabahlarının erken saatlerinde elinde orta boy sepetiyle geçen satıcının bestesidir:

“Sabah doktoru bardacık,

Buz gibi bardacık,

Ballar akıyor bardacık,

Lokum oldu bu bardacık!..”

Üzeri incir yapraklarıyla kaplı sepette gün doğmadan toplanıp itinayla sepete dizilmiş bardacıkların da üzeri çiğ taneleriyle kaplıdır. Bardacık ne mi? Bardacık taze incir, ama her taze incir bardacık değil. Hani şu ballı incir değil. Kabuğu yemyeşil, eti kıpkırmızı bir incir türü.

Alaybeyi çarşısının “seyyar dükkân”ları sebze meyveyle sınırlı değil ki, daha neler var neler!

Meselâ, kışa girerken develere yüklenmiş mangal kömürü satanlar çıkar ortaya. Mangal kömürü o yıllarda “barbekü” yakacağı değil, dışarıda yakılıp odaya alınan mangalın kömürü olduğu için çok tüketilir, Alaybeyi’ne yetmez Kara Ali’nin dükkânının kömürü. Hem ısın, hem külüne kahve cezvesini sür, hem sacayağın üstüne yemek tenceresini oturt, buna kömür mü dayanır. Ammaa.., içinde “marsık” olmayacak…

Ahşap ve taş binalarda marsık denen bu “kömürümsü” nesnenin tütmesi neyse ne, lâkin beton binalarda feci sonuçlara yol açtığını söyler sözü dinlenen büyükler:

“Vah, vah, iki ihtiyarcık mangaldan zehirlenmiş, adamın başı kadının dizi üstünde, kadın adamın üstüne kapaklanmış, öyle uyur halde bulmuş komşular, vah, vah!..”

Alaybeyi’ni duman ve kötü koku ile dolduran sobalar ve sobalarda yakılan linyittir ve o linyittir ormanların ağaçlarını kömür olmaktan kurtaran! Hayrına mı sevinirsin, şerrine mi yanarsın, bilmem.

Seyyarlar sebze ile, meyve ile, kömür ile bitse iyi, bitmez. Akşam üstü işten dönünce başının üstünde taşıdığı tablasına “gevrek” doldurup satan komşu postacıdır:

“Gevreyiiiik, taze gevreyk!” Diye seslenişinde pek kendine has, pek sade bir müziği vardır.

Alaybey’in iki kasabının eksiğini bir seyyar tamamlar. İki tekerli arabasını eşeğine çektiren “seyyar sakatatçı” işkembe, bağırsak, manco ve ayak satar.

Birbirinden farklı ahenkte seslerin neler sattığına dair, biraz hızlanmak için, daldan dala atlayarak bir gezintiye ne dersiniz?

“Naneci geldi, naneciiii!”

O adam Mayıs’tan Kasım’a her gün Mir’at Sokak’tan geçer. Baştan aşağıya beyazdır; beyaz kukuleta , beyaz kanadiyen , içinde beyaz mintan , beyaz pantolon, beyaz çorap ve beyaz ayakkabı, koyu renk olan yalnız tenidir ve şöyledir “cıngıl”ı:

“Nane suyu var, Kekik suyu var, Pirincin suyu var! Öksürük, mide, karın ağrısına, Karnındaki suları dağıtır, yemekleri hazmettirir. Naneciiii!”

Belindeki kayışa asılı içi nane şekeri dolu bir kavanoz vardır ve kayıştaki yuvalara küçük kadehler yerleştirilmiştir. Kadehlerle şifalı sular, beyaz kağıtlardan külâh içinde nane şekeri sunar. Pirincin suyu nedir? Yılın kalan beş ayı naneci ne iş yapar, pek bilen yoktur.

“Eeeesans! Eeeesans! Eeeesans!”

Çok alçak sesle ünler esansçı. 40x25x25 cm dolaylarında bir dikdörtgen prizma düşünün. Tabanı ahşap, kalan beş yüzeyi cam. Küçük bir cam vitrin gibi ve içinde küçük küçük esans şişeleri dizili. Şişeden damlalıkla çektiği kokuyu meraklısının elinin üstüne damlatır ya da bulaştırır. El buruna gider, koklanır, beğenene bir şişeciğe doldurulup verilir. Alaybeyi köy yeri mi, esansçı dediğin köylerde gezer demeyin, gördüğümün yalancısıyım!

“Çın çın çıngırdak!”

Yahudi çerçi Moiz Efendi’dir, kır bir kısrak ile özel yapım dört tekerlekli bir araba ile mahalleye gelen. İki yanda yukarı kaldırılıp çengelli demirle sabitlenen dörder kapak ve arkada aynı mekanizmayla açılan tek kapak. Kapaklar kalkınca ortaya raflar ve çekmeceler çıkar. Size lâzım olan iğneden ipliğe her şey o raf ve çekmecelerdedir. Çekmecelerin birinde ise “veresiye defteri” durur. Alaybeyi ile Karşıyaka çarsısı arasında, “Ses Sineması” sokağında bir “Rum evi”nde otururlar karısıyla, kızıyla ve oğluyla. Kır kısrak da orada oturur. Çerçiden sadece kadınlar alış veriş eder!

Moiz hiç bağırmaz, “cıngıl”ı yoktur, hem onun elinde, hem atın başlığındaki çıngıraklardır seslenen:.

“Çın çın çıngırdak!”

Alaybeyi’nin kulağı sevmiştir bu sesi, alışmıştır, lâkin gün gelir çıngırak seslenmez olur mahalleye. Alaybeyi bir gün bekler, üç gün bekler, çıngırak sesini, ses gelmez! Moiz ve ailesi, kır kısrak ve arabası bir anda yok olur! Nereye gitti bu insanlar, uçmadılar ya!.. Atlayalım:

“Eskurbalar alıyooom, eskurbacııı!”

Sırtına attığı torbayla dolaşır; eski ceketler, pantolonlar, paltolar alır. Alıcı olduğu eskilere alıcı gözle baktığı ve üç kuruş fiyat verdiği görülmüş, duyulmuş değildir. “Beleş mezarın bayat ölüsü” derler yüzüne karşı, o aldırmaz. Naylon denen dert dünyaya dolmaya başlarken, naylon sele-sepet dolu arabalarla dolaşan, hem nakit, hem de eski giysi ve eşya ile takas yapan seyyarlar görülmez daha Mir’at sokakta.

Toplanan eski urbalar Bit Pazarı’nda satılır. Bit Pazarı Çankaya’ya doğru, Fevzi Paşa Bulvarı’ndan iki sokakla girişi olan, Bulvar’a paralel yüz metrelik sokaktır. Medeniyet (!), modernleşme (!) dedikleri bu olsa gerek, şimdi aynı yerde cep telefonları, çeşitli elektronik eşyalar satılır, eski değil, “yepisyeni!”

Sırtında süpürgeleriyle dolaşan süpürgeci var bir de, ama hiç ses vermez! Sırtında kaç süpürge var? On beş, yirmi… Her seferinde o süpürgeler sırttan iner, alıcı içinden birini seçecektir. Neredeyse her süpürge elden geçer, sapından tutup sertçe sallanır “beli sağlam” mı diye. Hiçbirini beğenmedi, almıyor, haydi süpürgeler tekrar sırta. Ne işe mi yarar bu çalıdan, ottan süpürgeler? Elektrikli süpürgenin atası denilse anlaşılır mı?..

“Pamuk atıcıııı, pamuk atıyooom!..”

Gel de anlat bakalım bu nedir! Yanakları pamuk gibi bir “atıcı”, bir palavracı mı? Pamuk balyalarını traktör römorkundan “çırçır fabrikası” na atan ırgat mı, ne?” İkisi de değil.

Pamuk atıcının bir tokmağı var, bir de genç kız bileği kalınlığında, 1,5 metre kadar uzunlukta bir sopa; sopanın bir ucu kavisli, diğer ucuna 30×30 cm gibi, 1 cm’den az kalınlıkta ahşap bir kafa geçirilmiş ve kafayla kavisli uç arasına bir çelik tel gerilmiş bir düzeneği var, pamuk atıyor. Anlaşılmadı değil mi?

Yorgan ve yatak içleri, sünger ve sünger kıtıkları çıkmadan, yün ve pamuk ile doldurulurdu. Özellikle yatak içleri yatanın ağırlığıyla ezilir, zamanla bozulur. Bozulan yün yatağın içi boşaltılır, elle “tiftilir” , lâkin pamuğu tiftmek mümkün değil, pamuk atılacak. Şöyle: Yatağın pamuğu boşaltılır, pamuk atıcı topak topak olmuş pamuk yığınının başına oturur, düzeneğin teli pamuk yığınıyla temastadır ve başlar tokmağıyla gergin çelik tele vurmaya:

“Tınnn.., tınnnn.., tınnnn…”

Pamuk topakları titreşimle çözülür, uçar, konar ve pamuk atıcının eli yüzü, kaşı gözü pamuklanır, beyaza keser. Atılan pamuklar tekrar yatak kılıfına doldurulur. Anlaşıldıysa ne âlâ!

Ya Hu! Pamuk atıldı, yün tiftildi, yatağa tekrar dolduruldu, ya her gece işeyen çocuğun çişinin kokusu nereye gitti?! Geçelim:

Pamuk helvacı, keten helvacı, macuncu, turşucu da var çarşı içinden gelip geçen, ama bunlar daha çok Alaybeyi İlkokulu’nun bahçe kapısına tezgâh kurar seyyarlar. Bunları da geçelim.

Hipokrat yemini etmemiş, çok iri yarı bir seyyar gelir Çarşı’ya. Sırt ağrıları, bel ağrılarının tedavisinde uzman diye bilinir. Hasta yüzü koyun yere uzanır, şifacı hastanın sırtında, belinde kısa süre gezinir. Ayağa kalkan hasta bir “oh” çeker, bir gerinir, ne ağrı kalmıştır, ne sızı. Bu tedaviye tıbben yanlış diyenler olmakla birlikte Alaybeyi’nin sokak hastanesinde sıkça görülen vak’alardandır.

İri yarı “şifacı” bir ayıdır, “ayıcı” denilen asistanı da bir Çingene’dir. Ayıcının elinde zilsiz def vardır ve tedavi seansları dışında şifacı ayıyı oynatır. Ayıcı elindeki değneğini ayıya verir ve değneğe tutunan ayı defin ritmine uyarak döner. Dans bitince ayının tiyatro oyunculuğu sergilenir: “Haydi bakalım Koca Oğlan, kaynanayla papaz olan gelinler nasıl bayılırlarmış bir göster bakalım!” Koca Oğlan değneği bırakır, dört ayak üstüne geldikten sonra yavaşça yere serilir. Sürekli alkışlar ardından, “Perde!” ve def döner bahşiş toplamak için çanak olur,

“Evet bey abiler, hanım ablalar pamuk eller cebe!..”

Alaybeyi Çarşısı hafızalarda; “çizgisiz çizgi roman” kahramanlarının yaşadığı veya “sahnesiz tiyatro”da türlü oyunların sahnelendiği, Hacivat ile Karagöz’ün canlanıp rol kestiği bir “hayal perdesi” olarak yaşamıştır hep.

“Durun! “Perde” demeyin, perdeyi indirmeyin! Alaybeyi Çarşısı’nda daha ne neler var, hele bir dinleyin! Son birini daha amnlatayım bari!” Anlat bakalım:

Bu seyyar esnaf bir şey satmıyor, paytoncu bu. Karşıyaka düzayak bir yer. O yüzden olsa gerek bisikleti ve paytonu bol. İskeleden veya Karşıyaka İstasyonu’ndan yolcu alan çift atlı paytonlar bu taraflara geliyorsa, cetvelle çizilmiş gibi düz olan Mirat Sokak’tan biraz hızlanarak geçerler. Paytonu, atları seyretmeye koşar çocuklar boyunlarındaki çıngırakların sesini duyunca. Bazıları da biraz hızlı giden paytonun arkasından koşup arka okuna atlayan çocuklara bakar bakar imrenir, o da öyle koşabilir mi? O hızla koşarken dönüp arka okuna atlayabilir, oturabilir mi? Ve…

Bir yaz günü imrenen çocuk bunu başarır. Çıplak ayaklarını bahçe tulumbasında serinletirken duyar yaklaşan atların çıngıraklarının sesini. Fırlar evin önüne yayan yapıldak, fayton önünden geçip istasyona doğru giderken sıcak taşlar üzerinde koşarak yetişir atlar arka oka. Başarmıştır! “

Şırrraaak!!!”

Öyle bir şaklar ki kırbaç, bir sızı duyar sağ kolunun üstünde, can havliyle atar kendini okun üstünden. Yere kapaklanmaktan son bir çaba ile kurtulur. Mirat Sokak taşlarından da sıcak bir şeylere bulanır ayakları oktan inince. Kırk yılın başında bir “yiğitlik” yapayım demiştir oysa… “Tövbe, bu son olsun…” diye söylene söylene döner eve. Atın biri sıçmış, oktan inen ayaklar boka batmıştır.

O çocuk sözünde durur, fayton peşinde koşmak ilk ve son olur.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s