Hiç yoksa iki yüz sene var, şehrin kulağından gitmez o ses:
“Bana masal anlatma!..”
Yeni Zaman ne diye Eski Zaman masallarından korkar ki?..
Masal şüphe saklar, şüphenin koynunda hakikat saklar ve hakikatin kahramanı çok olur.
İzmir, ki Bahr-i Sefid’in(1) önde gidenidir; her dinden, her dilden yeni yeni masallara soyunur, lâkin o ses:
“Bana masal okuma!” der çıkar ortaya.
Meyhane Boğazı’nda aşka gelenin gazeli, minare gölgesinde iki vakit arası hasır üstü sohbet, nargile dumanına sıkışmış bir çift söz olduğu yerde kalmaz, ta yerin kulağını gider.
“Ne masalıymış, neyin masalıymış bu!?”
Yeni Zaman’dır, huylarını Eski Zaman’dan alır gelir, kim ki yeni masallar peşinde koşar, ona aman tanınmaz…
Kim ki cüret eder yeni masala, derhal derdest edilir, sıygaya çekilir(2), zifir karanlık zindanlara atılır, kale içine kapatılır, küreğe mahkûm olur…
Masalcılar, sürgün edilir, masal diliyle söyler isek, “Taa Fizan’a kadar”…
Halife-i Ru-i Zemin(3), yani hünkâr, padişah yani, Abdülhamit Han-ı Sani yani ve onun “hınk” deyicileri; ağalar, beyler, paşalar yani ve onların genç zabitleri, geçen zamanın, değişen devrin, gelen Yeni Zaman’ın “nimet”lerinden asla uzak durmaz, şu söz de ağızlarından eksik olmaz:
“Yeni Zaman’a evet, lâkin masal yasak, herkes yerli yerinde…”
İzmir’de, her millet içinde, Yeni Zaman’ı, değişen dünyayı, hepsinden önemlisi “çok dilli, çok dinli” hayatın maddi ve manevi zenginliğini, renklerini gören, kendi hayatlarına, başkalarından beklemeden meşruti bir düzen getirmek isteyenler çoktur, çoğunluktur. “Kanunu Esasi”, anayasa dedikleri yani, rafa kalktı diye bekleyecek değildir şehir.
Doğruya doğru: İzmir Rumları Yeni Zaman’ın en önde gidenidir.
Ortodoks Hıristiyan Rumlar, benzetmek gibi olacak ama tövbeler olsun, kendi “halife”lerine yani “ekümenik patrik” efendinin temsilcisi “metropolit” efendiye başkaldırır, direnir, okulları kilise avlusundan, papaz cübbesi eteğinden çekip alırlar. Kızlar ve oğlanlar için, “laik” nitelikli eğitim veren ayrı okullar kurarlar.
İzmir Ermenileri de Rumlara benzer, meşruti adımlarda geri değildir. Okullar, dernekler, kütüphaneler ve matbaalar. Ermeni matbaalarında Osmanlıca harfler de dizilir basılır. Ermeni millet her dille barışıktır, Türkçe dili anadil gibi konuşur.
İzmir Yahudileri geri kalmaz, okullar kurarlar, ticaretin birinci dili Fransızca yüksek seviyede öğretilir.
Frenk okulları, Amerikan okulları açılır. Amerikan Koleji derler, gider Ermeni mahallesine, Ermeni Protestan kilisesi yanına kurulur.
Bu okullarda İzmir milletlerinin türlü dilleri ve inanmazsınız ama, Türkçe de öğretilir…
Lâkin kızlara Türkçe öğretilmez!.. Eski Zaman’da dilleri yanmıştır Müslüman olmayanların. Nerede bir “güzel” görseler alır, “zorla İslâm” eder, haremine katar. Bu hak bilirler, milleti hakime hakkı…
Kanunu Esasi askıya alınalı beri, yani çeyrek asırdan beri İzmir’de, İslâm millet içinde her geçen gün şiddeti artan bir kavgadır sürer gider şehirde. Kanunu Esasi’yi rafa kaldırma gerekçesini, Müslümanların eğitimde geri kaldığı gerekçesini ortadan kaldırmak için bir adım atılmış değildir.
Yeni Zaman’da İslâm millet içinden fenne, lisana önem veren, medreselerden başka yeni okul isteyenler çıkar.
Çok dinli, çok dilli şehirde her dinden yeni okullar isteyenler bir olur, beraber olur, bütün Osmanlılar için “Hürriyet, Adalet, Müsavat” ister; Kanunu Esasi askıdan insin ister. Onlar “Yeni Masalcılar”dır türlü milletlerin gözünde.
Onlar ile “Bana masal anlatma, yoksa…” diyenler arasında bir kavgadır kopar gider.
“Masallar kuytularda ve kovuklarda kalmalı, sesi soluğu kesilmeli…” der her Allah’ın günü aynı çirkin ses.
* * *
Gelenbeli Eşref bir “hürriyetçi”dir, lâkin “medreseli hürriyetçi”.
Eski Zaman “rahle-i tedris”(4)inden geçen, yani Eski Zaman “alim”lerinden ders alan Eşref, rahleden kalksa da aksakallardan ders almaya, kendi kendini yetiştirmeye devam eder, o sayededir ki, çeşitli hizmetlerden sonra imtihana çekilir, kaymakamlık rütbesine erer, “devlet hizmeti”ne girer, lâkin “hizmetkâr” olmaya yanaşmaz, oradan oraya sürülür…
Eşref’tir bu, sürüldüğü yerden kurtulmak için yolundan dönenlerden, etek öpenlerden değildir; gittiği, sürüldüğü yerlerden ilmine ilim, lisanına lisan katar.
Eşref, ondan çok kaza ve şehir arasında oradan oraya sürüldüğü meslek hayatında çok milletli Anadolu’yu tanır, çok dilli, çok dinli hayatı paylaşıp birlikte yaşamanın lezzetine varır. Meselâ, Ermenice öğrenir!..Bu gezdiği yerler içinde, derler ki, Kula’nın ayrı bir yeri vardır.
Eşref dili Türkçe olan, hem de Türkçe’yi çok iyi konuşan ve Yunani harflerle Türkçe yazan (5)Hıristiyan Osmanlı milletlerini yakından tanır, “din farkı” bilmeden insanı sevmeyi öğrenir.
Eşref, sürgünleri boyunca sırrına erdiği “çok dinli, çok dilli hayat”ın şartı olan “meşrutiyet” uğrunda sözünü sakınmaz; meşrutiyete engel olan padişahı, paşaları, beyleri yerden yere vurur:
Bir büyük alçak yükselirse en üst rütbeye kadar
İnsanın rütbesi arttıkça utanması azalır!
Yüksele yüksele namus basamakları tükenir
Var kıyas eyle gör yükselmiş paşalarda ne kalır?(6)
Der ama, hayat bu, İzmir’e geldiğinde farklı bir paşa ile karşılaşır.
Yeni Zaman’ın bu vaktinde, şehrin taze Saat Kuleli vaktinde İzmir’in valisi, eski sadrazam Kıbrıslı Kamil Paşa’dır. Şehri tanır, tanıdıkça aşık olur, yazılar yazar, hürriyetperverleri kayırır, onları görmezden gelir, gammazlamaz, gammazlayana aldırmaz.
İzmir hem kendisi, hem padişah için altın yumurtlayan şehirdir. Her yıl gelen çil çil altınlardan vazgeçemeyen Abdülhamid, dünya şehri İzmir’e meşruti dünyanın beğeneceği vali yollar, ki ticaret durmasın, ki tavuk yumurtlasın…
Dünyanın gözü hem meşruti İzmir’in, hem meşrutiyetçi valinin üzerindedir, padişah bundan çekinir. İzmir, valisi bile farklı şehirdir…
Bu yüzdendir derler, bir “tel” ile Eşref’in derdest edilip gönderilmesi istemez de, ellerinde kapı gibi “padişah iradesi” ile üç hafiye yollar İzmir’e, Eşref’i İstanbul’a getirsinler diye.
Eşref on gün Hükümet Konağı bodrumunda tutulur. On gün sonra bir vapura bindirilir, vapurda derdest edilmiş iki dostunu görünce hayrette kalır: Hafız İsmail ve Nevzat!
Üç “suçlu”, böyle söylendi diye şaşırmayın, padişah üç hafiye yolladıysa birini derdest etmeye, o “suçlu” sayılır çünkü, işte bu “üç suçlu” gülüş ahenk içinde yol boyu türlü muhabbetler tuttururlar. Eşref Nevzat’ın ağabeyi, İsmail’in babası yaşındadır.
En çok en küçükleri Hafız İsmail konuşur. Söz sanatındaki, sözü söze bağlayıp başka anlam dünyalarına kapı açmadaki hünerlerini ağabeylerini neşelendirme gayretiyle döktürür;
Nevzat çok dinli, çok dilli İzmir’in kurduğu “Hürriyet ve Müsavat”ın neden İslâm millet başlarını bu kadar rahatsız ettiğini inceden inceye deşme gayreti içindedir yol boyu;
Eşref, onların gayretlerine birer dörtlükle cevap vermekten geri kalmaz. Her dörtlük ardından bir alay kahkaha ve takılma gelir, gider.
Hafiyeler şaşkındır, vapur yolcuları şaşkındır, mürettebattan nöbeti devreden onların yanına koşar. Gemi kara kış içinde yol giderken, geminin içi bayram yerine döner. Abdülhamid Han’a inat, İzmir’in meşrutiyetini yanlarında taşır üç kafadar “suçlu.”
İstanbul’a iner inmez zindana atılırlar ve üç ay boyu “şu suçtan ötürü” diyen çıkmaz.
Üç ay sonra iddia makamının süresiz tutuklama kararı ellerine tutuşturulur. Kararı okuyan Eşref durur mu, döktürür:
Talihimden kime şikayet edeyim bilmem ki
Gönül huzur diledikçe o felaket getirdi…
Geçici bile olsa tevkife razı değilken,
Allah’ın işine bak, o gider süresiz getirir (7)
Üç İzmirli hürriyet aşığı “suçlu” dört ay daha aynı zindandadır ve nihayet mahkeme önüne çıkarlar.
Hafız İsmail beraat eder, yedi ay çektiği ile kalır.
Nevzat üç sene “kalebend”liğe mahkum edilir.
Eşref bir sene hüküm giyer.
Karar, adaletin tepesindeki Abdülhamid’e sunulur. Onaylanır.
Eşref bir sene hüküm giyenin kefaletle serbest kalma hakkından faydalanmak ister. Sen “siyasi suçlu”sun denir, reddolunur.
Girdim mahpus damına güneşten ayrı düştüm
Sanmayın ki bu fakirin suçu gelip geçici
Gün görmesem şaşmayın, bebek Eşref’i tabiat
En rezil bir padişahın milletinden yarattı.
Şu Allah’ın işine bakın, daha dün “Saat Kulesi”ne tarih düşen de o Eşref’tir, Abdülhamid zindanına düşen de o Eşref…
İzmir’e sürgün gelmiş, şehrin zapt edilmesi, baş edilmesi gayetle müşkül olanlarından bir olup çıkmış Eşref’i ne zindan, ne kürek ne kale surları tutabilir, zapt edilebilir.
Kolayı var, baş edemediğin insanın adını, sakın ola “veli”ye çıkaracağını beklemeyin “deli”ye çıkarır ağalar, beyler, paşalar ve cümle “devlet hizmetçileri”…
“Böylelerinin dediklerine bakmayın, deliliğine verin” derler etrafa.
Onların “deli” dedikleri “saklı masallar”dan hisse kapanlardır.
Masalı kapatmadan hatırlasanız ya şu Osmanlı’nın Hürriyetperver ilk İslâm ismi diye takdim edilen Namık Kemal’in düşürüldüğü halleri…
“Zekerini bisikletine didon yapıp nisayı üstüne oturtmuş…”(9) diye tevatürler icat edip N.Kemal’den ziyade “hürriyet” fikrini zem etmek, sulandırmaktır değil miydi dersiniz niyet?
Masal dibi:
1- Bahr-i Sefid: Ak Deniz.
2- Sıygaya çekmek: birine sorular sorup cevaplarını istemek.
3- Halife-i Ru-i Zemin: Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han’dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.
4- Rahle-i tedris: Bir âlimden alınan ders.
5- Karamanlı denilen Hıristiyanlar. Yanlış olarak bugünkü Karaman ile veya Kapadokya ile sınırlandırılır Karamanlıların yaşadığı coğrafya.
6- Bir büyük alçak olur rütbe-i balaya kadar
Adam payesi arttıkça hicabı azalır!
Böyle balada bitince dercât-ı namus
Var kıyas eyle gör vüzerada ne kalır?
7- Talihimden kime şekva edeyim bilmem ki
Dil saadet diledikçe o felaket getirdi…
Ben muvakkat bile tevkife değil iken razı,
Hasbinallah o gider gayri muvakkat getirir
8- Girdim mezar-ı hapse oldum cüdâ güneşten,
Zan etme mücrimiyet bâdisi bu sulûkun;
Gün görmesem acaip mi, Eşref beni tabiat
Halk etti milletinden, bir erzel –el’mulûkun
9- “Cinsel organını bisikletine didon yapmış kadını üstüne oturtmuş…” başlayıp giden pespayelik.