Meclisi Mebusan’ın açılışı sırasında okunan nutku iftitahiden (padişahın açılış söylevi) şu cümleyi alalım:
“Çalışma arkadaşlarını bile haberdar vermeyen ve saldırgan savaşı çıkaranların yasa dışı hareketinden ve savaş sırasında uyguladığı kötü siyasetten saltanat ve milletin kurtulmuş olduğu şüphesizdir.”
Amin; fakat bu cümleyi keşke şöyle bir cümle takip etmiş olsaydı:
“Bundan ötürü devleti şimdiye kadar Osmanlı tarihinin kaydettiği böyle bir tehlikeli uçurumla alakalı olarak kötülük edenleri cinayet yüzünden milletin yüce ve nezih olarak ahlak ve karakterini bütün dünyaya karşı lekelenmiş olarak gösterenler hakkında yasal incelemenin yapılmasıyla suçlulukları belirlenenlerin cezalandırılması da adaletin ve siyasetin icabı olmak üzere çok gereklidir.” Açış söylevinde konunun sunulduğu yönüyle madem ki “milletin uğradığı” bir takım “acı ve dertler” mevcuttur; madem ki; “savaş sırasında kötü uygulanan siyaseti” görüyoruz, biliyoruz, söylüyoruz; madem ki savaşa “Ülke ve millet yararına aykırı olarak katılanlar” da vardır diyoruz, o halde bunlar kimlerdir? Ne oldular? Şu “yasadışı hareket”lerinden ve “kötü yürütülen siyasetten” dolayı ne ceza gördüler, nasıl bir akıbete uğradılar? Elbette doğruluğu kabul olunan ve açıkça söylenen cinayetin failleri hakkında hükümetin bir görüşü, milletin bir bildiği, bir düşündüğü olacak. Devlet ve millet aleyhine ayrımsız tertip ve bilerek icra edilen bu cinayet sorumlularının ayrımsız, zamana yaymadan, tereddütsüz cezalandırılmış olmaları icap etmez mi? Uğradığı bu kadar tehlike, kötülük ve felaketlerden sonra milletin meclise gönderdiği vekilleri bu hususta –sudan olmamak şartıyla- hesap sormak, hak aramak, adaleti talep etmek vazifesiyle mükellef değil midirler? Bir aralık başlanmış ve hatta suçlularından birinin idamı ve bazılarının da hapis gibi sonuçlara varmış olan gerekli adalet yarıda mı kalacak? Yarıda kalacaksa mahkûm edilmiş bulunanlarınki nasıl düzeltilecek? Acaba bu adaleti yerine getirip getirmemek elimizde midir, veya uygun mudur? Yahut da insanın geleceği ve şimdiki durumu için bir tehlike teşkil etmez mi? Açılış söylevinde sözü geçirilen “hukuk ve devletin yararını …”, “çağın gereklerine uygun olarak memleketin muhtaç olduğu refah ve emniyeti sağlamak” ve “Osmanlı milletinin şeref ve haysiyetini temin” için evvela geçmişteki cinayetlerin düşmanlık ve içyüzünü iyice anlamak ve gelecek için büyük bir ders oluştursun diye bunların faaliyetlerini cezalandırmak icap eylemez mi?”
Bizim özel kanımıza göre harp ve cinayet mesulleri –ne kadar ihmale uğrasa- yine bir gün hareketlerinin hesabını bir tarafa vermeye mecbur olacaklardır ve emin olmalıyız ki bu gelecek mahşere kalmayacaktır. Katiyen bilmeliyiz ki bu işler bu minval üzere yürümeyecek bu dolaplar böylece dönmekte devam edemeyecek, bu oyunlar artık bu diyarda sökmeyecektir. İttihat’ın çanına ot tıkamak zamanı barış ile beraber gelmiş olacaktır. Yarının yönetim biçimi, yahut hükümeti kolunu dağlara kadar eriştirip yeraltlarına kadar ulaştıracak, bu mahlukatı ister dağların doruğunda barınmış, ister kovuklarda sinmiş bulunsun, Osmanlı sınırları içinde kaldıkça tutup tutup mahkemelere sevk edecektir.
Ve saldırgan bir savaşı ihdas edenler, yasadışı hareketlerinden ve güttükleri siyasetten dolayı saltanat ve milleti bugün “biz temiziz!” dedirtmeye mecbur edenler ve onların elleri, elebaşları ve aletleri kimlerdir?
Bunlar, onlar değil mi?
Kimdir o kurtarıcı milleti ki bermutat, arkadaşlarına (yaptığı) gibi ihtilal ve isyan silahıyla kanunları parçalamış, iradeleri yırtmış zor gücüyle meydana çıkmış, mağrur ve mütehakkim: “Türkü kurtaracağım!” diye haykırıyor. Şu “Ülke ve millet yararına aykırı olarak girilen” muharebelerde bugün kurtulacağını iddia ettiği neslin yarısını keşke o zaman Enver’in emri altında Almanlar maiyetinde sefih ve müsrif harcayıp tüketmeseydi! Kimdir şu hatip ki kürsüden halka: “Sizi biz kurtaracağız!” diye bağırıyor, dün “Almanlar, Talât’lar kurtaracak diyen de oydu; kimdi şu gazeteci ki halka “Fazilet bizde, hamiyet bizde, hak bizdedir!” diye yazıyor; o adam ki daha dün harp devrinin her kanlı kötü işlerinde parmağı vardı; kimdi şu mebus ki “Alnım açık, mazim temiz, vicdanım saf!” iddiasında; halbuki tehcir peşinde o, taktil (topluca öldürme) ardında o koşar, mazlum kafilelerine o kösemenlik ederdi, kimdi şu ricali devlet ki kandan nefret eden, adalet yanlısı, fazilet seven; bu değil miydi ki masumların idamını imzalardı, kimdir bu güzel ahlâklı gençler, kimdir bu karakteri ışık saçanlar, kimdir bu müstesna vatan evlatları?
Onlar bizim bildiklerimiz değil mi? Milli tüccar olup kanımızı … emdiren … beyler, çeteler yapıp tebaamızı satırdan geçiren sergüzeştler, ceplerindeki altınlarını namus ve ırza taarruz için desteleyen uşaklar, damatlar asan, padişahlar süren ileri gelen koltuk sahipleri bunlar onlar değil mi? Harp çığırtkanları, harp kasapları, o otuz bir Mart mesulleri, o hali ve ihlas meraklıları, o mukaddesat düşmanları, bütün onlar, bunlar değil mi?
Elimizde artık ne Roma imparatorları gibi saltanat sürecek Suriyeler, ne “Napolyon” ordusu gibi buz sahralarında kırılıp tükenecek fazla halk, milli borç diye … kaptıracak bol paramız, ne de kan dökücü kasaplara boğazlatacak gönüllü neslimiz var…
Siz onları isteyen, onlar gibi yapmak isteyen, onların yavruları değil misiniz?
Artık size kimse ne Osmanlı tahtını, ne de Osmanlı’nın kalan topraklarını emniyet edebilir!
Refik Halit, Alemdar 16 Ocak 1920