Malûmunuz, evvela Payitaht İstanbul fethedilir, Miladi 31 Mart 1909 diye tarih düşülür…
Bu, “Yeni Zaman Yeniçerileri”nin, Selanik İttihatçılarının yani, İstanbul’u “yeniden” fethidir.
“Eski Zaman Yeniçerileri” nin şehri fethi Miladi 1453’tür ve resmi defterlere böyle tarih düşülür.
Dünyada eşi menendi görülmüş hadise değildir İstanbul’un ikinci defa fethidir ve masallarda “tekrar fetih” denir ve resmi defterlere zinhar böyle yazılmaz.
“Selanik İhtilalci”lerinin fetih tolu açılmıştır bir kere, bu yolda durulmaz.
Selanik zaten İhtilalci İttihat ve Terakki Cemiyeti elindedir, İzmir’in de fethine de elbet sıra gelecektir.
Lâkin İzmir zordur!
“İskender’den bu yana bu şehri fetheden, Aksak Timur’dan bu yana bu şehri yıkıp talan eden görülmemiştir. Evvelden şimdiye fatih arayanlara deyin ki, İskender’den başka fatihi yoktur bu şehrin!..” (1)
Zor nedir bilmezler: İzmir fethedilecektir!
Hükmü altındaki toprağı, hükmü altındaki şehri “tekrar” fethe kalkan devlet ve devletliler görülmüş, işitilmiş şey değildir!
Yeni Zaman, görülmemişlerin görüldüğü, işitilmemişlerin işitildiği zamandır.
Eski Zaman’da “Cihad”a kalkan İslâm’a ganimet “hak”tır! İstanbul Sultan Mehmet iradesiyle üç gün talan edilmedi mi, ganimet hakları değil miydi!?
“Artık ganimet olarak elde ettiklerinizden helal ve temiz olarak yiyin…” (2)
“Darbeci İttihatçılar”ın Yıldız Sarayı talanı, soygunları “helal ve temiz” telakki edilmiş olmalı ki, sonraları hiç hesabını soran çıkmaz.
Bir de şu var, unutulmamalı: Osmanlı, fethettiği cümle diyarlarda Müslüman olmayan milletlere; reayasına, zimmilere İslâm’ı tebliğ etmekle mükelleftir…
“Fetihlerin asıl önemli tarafı, ülkelerin ele geçirilmesine paralel olarak buralarda yaşayan halklarının da tedrici bir biçimde kitleler halinde İslâm dinine girme iradesi sergilemiş olmalarıdır. Bu ihtidalar sayesinde fethedilen topraklar birer Müslüman yurduna dönüşmüş ve sonuçta günümüz İslâm dünyasının büyük bir bölümü bu suretle ortaya çıkmıştır…” (3)
“Sulh ve sükûn(!)” içinde yaşayıp gelen Osmanlı, altı asır sabreder, bekler ki “zimmi”(4) milletler “İslâm dinine girme iradesi” göstersin! Lâkin nafile “kâfir”ler bir türlü yüzünü “Hakk”a dönmez!
İttihatçılar, ki Alman hocaların çalışkan talebeleridir, vakt-i zamanı gelince, “kâfir”lerin hepsi hem “Türk”e, hem de İslâm’a döndürülür elbet!
Doktor Nazım ne demiştir İzmir Hristiyanlarına?
“Komitacılar olarak fikirlerimizi saklamak niyetinde değilim, bütün Osmanlı’yı tek millet, tek din fikrinde birleştirmeye kararlıyız!.. Siz-biz meselesi kalmayacak!..” (5) demiştir, değil mi?
Tek millet Türk’tür, tek din İslâm’dır.
İzmirli Baha Tevfik ne yazmıştır deftere?
“Türklüğün vaktiyle pek makbul addedilmiş bazı nitelikleri vardır ki bugün onlar müthiş birer eksikliktir… Mesela akıncılık, daima savaşçı geçinmek…” (6)
İzmir “Türk ve Müslüman yurdu”na dönmesi müşkül bir yerdir, “zındık”ların (7) çok olduğu yerdir.
Nereden belli “zındık”ların çokluğu?
Aya Fotini Kilise’sinin çan kulesi, Yakup Ağa’nın yaptırdığı Hisar Camii minaresinden yüksek değil mi?!
İzmir, çan kulesinin minarelerden yüksek olduğu bir şehir, “zındık” şehridir.
Fethettiği her şehre “fetih camii” yaptıran padişahlar İzmir’e hiç “fetih veya selatin camii” (8) yaptırmış değildir.
Malûm, bir padişahın “selatin camisi” yaptırabilmesi için o yeri fethetmesi icap eder; İzmir’in yanı başındaki Manisa’da vardır, lâkin İzmir, “selatin camii” olmayan bir şehirdir.
Lâfı uzatmanın alemi yok, “Gavur İzmir” fethedilmemiş bir şehirdir, bir “zındık”lar diyarıdır, nokta.
* * *
Fethedilmemiş “Gavur İzmir”de “ihtilalci–İttihatçı-Türkçü Teşkilat” kurmanın zorluğu tecrübeyle sabittir.
Doktor Nazım’ın attığı tohumlar bir türlü yeşermez, filiz vermez, dallanıp budaklanamaz.
İttihad gazetesi defalarca yazar, başyazar değiştirse de bir türlü dikişi tutmaz, sonunda Doktor Nazım gibi İzmir “eşraf”ından Evliyazade kızı ile evlenen, İzmir’e iç güveysi gelen Doktor Tevfik Rüştü 1908 senesi biterken göreve getirilir, yine nafiledir, “İttihad” gazetesini o da yürütemez…
Son çare, yeni gazete çıkarılır İzmir’de, ismi “Anadolu.”
Anadolu ne demek? Yunani lisan ile Anatolí, Türki lisan ile “Doğu” demek. Yani “Anadolu” kelimesi Türkçe değil!
Üç senedir, dört senedir şehirde dikiş tutturamayan “İhtilalci-fetihçi İttihatçı” teşkilat; fazla “terakki” eden, “ileri giden” İzmir’e ziyadesiyle kinlenir, zaten fethetmeye and içmiştir bir kere.
Zenginleşen, günden güne daha da güzelleşen İzmir de içer ve “İhtilalci-fetihçi” andına, Rufai dervişi, Hisar Camii imamı Rakım Hoca’nın yürük semai bestesi ile hep bir ağızdan kinayeli cevabını yetiştirir:
Bâkî yine mey içmeye and içti demişler
Dîvâne midir bâde dururken içe andı
* * *
Fetih kuvvetlerinin teşkilinde “İhtilalci İttihatçı” şebeke çareyi “devşirme” yoluna gitmekte bulur, az sayıda İzmir ve Anadolu’dan, çok sayıda Balkan topraklarından muhacir çocukları “devşirip” İzmir’e yollamaya başlar.
Bu “devşirme” gençler arasından, misal olsun, “zımba” gibi üç-dört “ihtilalci” genç isim vardır, öne çıkar, görelim:
Haydar Rüştü, henüz yirmi yaşındaki bir genç, Selanik’te ve İstanbul’da ihtilalci teşkilatın “Tek Din- Tek Millet” mektebinde amirlerinden ders görür, gelir, gazetenin sahibi olarak ismi görülür olur künyede.
Selanikli Akil Koyuncu, yirmi beş yirmi altı yaşlarındadır, yine Selanik ve İstanbul’da ders görür, İzmir’e yollanır.
İsimleri Yeni Zaman’ın ileri vakitlerinde silinip giden başka gençler de kurstan yollanır ve semeresi tez zamanda görülür, Anadolu gazetesi “İttihat Terakki Cemiyeti” resmi yayın organı olarak ünlenir.
Ve… Esas oğlan, otuzuna varmakta olan Mahmut Celal Bey (Bayar), sene 1911 sonları veya 1912 başları olmalı, İzmir’de “İttihatçı –Fetihçi” teşkilatlanma ve “tehcir” vazifesiyle gönderilir…
“İzmir’in millileştirilmesi, daha açık tabiriyle ‘Gavur İzmir’in Türk İzmir olabilme fetih hareketi, bütün memleketi kapsayan bir hayat davası mahiyetini alınca, Merkez-i Umumi, buraya İzmir’in hususiyetlerine göre bir sorumlu sekreter aradı… Mahmut Celal Bey’in getirilmesi…”dir. (9)
İfade net. Çok dinli, çok dilli İzmir’i, “Türk İzmir” yapmak için açık bir “fetih” hareketidir başlatılan…
Öne çıkan “fetihçi”lerin sonuncusu, “altın yumurtlayan” şehri kırklı yaşlarının tecrübesiyle “idare ” etmek üzere vali olarak gönderilen Rahmi Bey’dir.
Rahmi Bey, İzmir’in zengin Levanten sofralarında “ihtilalci-fetihçi” teşkilatın “medeni” yüzünü oynar; İttihatçı “fetih” planları tatbik edilirken onları “idare” etmektir esas vazifesi.
Rahmi “idare” ile meşgul olur; Celal Bey, arkasında “Teşkilat-ı Mahsusa” reisi Kuşçu başı Eşref, “fetih ordusu” kurma çabası içindedir.
Bilhassa Mora, Balkan ve Girit muhacirlerinin çocukları ve az sayıdaki İzmir’e yerleştirilmiş Kürtler arasından “fetih ordusu”nun “kalem-şor” (10) sınıfı devşirilir.
Evet, çoğu Çerkes’tir, Arap’tır, kimi Giritli ve Balkan memleketlerindendir, çoğu Osmanlı’nın fethinden sonra senelerdir işgalinde kalan topraklardan gelmiş, büyüklerinin “Ah o günler, o topraklar” sohbetleri ortasında boy atmış çocuklardır…
* * *
Evvela “intikam ve milli birlik ve beraberlik” şuuruna sahip olmaları için “milli mektepler, milli kulüpler ve ocaklar” kurulmasına girişilir.
Bu bütünün en önemli parçası olarak Türk Ocağı, aylardan Eylül, senelerden 1912 olmalı, İzmir’de faaliyete geçirilir.
Lâkin, Doktor Nazım’ın İttihad gazetesine başyazar bulmaktaki hüsran “maalesef!” burada da yaşanır.
Ocak’ın başına getirilen Edirneli Necip Bey (Türkçü) on seneden çok zamandır İzmir’de yaşamaktadır, İzmir fikir ve edebiyat hayatı içindedir.
Necip Bey’in “Türkçü” lakabı, dilde sadeleşme taraftarı olmasından gelir. Üstelik Turancılık fikrine karşıdır; çok dinli, çok dilli, çok milletli Osmanlı düzeni taraftarı bilinir.
Ocak idare heyeti içinde on sekizindeki Mustafa Necati gibi, on altısındaki Vasıf (Çınar) gibi bıyıkları taze terlemiş delikanlılar vardır.
Vasıf Girit doğumludur, Kürt Bedirhan sülalesindendir.
Senelerden 1913 olmalı, “Anadolu” gazetesi yanında bir de Tan mecmuası çıkarılır, şöyle takdim eder kendini:
“On beş günde bir çıkar, ırkımızın yükselmesine çalışır Türk mecmuasıdır.”
Ve, Tan mecmuasının ne olduğunu şu “müsamere şiiri(!)” belki daha açık anlatır.
Kardeşimi Rumeli’de boğazlamış canavar;
Katil düşman namusumu lekelemiş…
…
Şu gözümü yalazlayan pırıl, pırıl altın taç
Bayrağımın al kanıyla hep boyansın, kan olsun
Ve, salibin (11) çirkin adı bu küreden yok olsun.(12)
Celal Bey sade “Ocak” açmakla kalmaz, “ırkçı” mecmua çıkartmakla kalmaz, “Altay” ismiyle “ayak topu” kulübü bile kurar. İzmir dar gelmiştir, Orta Asya’ya, “ari ırk”ın Turan yurduna, Altay dağlarına varmıştır iş…
Celal Bey’in gazete-mecmua çıkarmanın, cemiyetler, ocaklar açmanın, “kalemşor”lar yetiştirmenin hatta “ayak topu” takımı kurmanın çok ötesinde bir “gizli” vazifesi daha vardır, o da “silahşor” teşkilatları kurmak vazifesidir.
“Harbiye Nezareti’ndeki gizli toplantıların başlıca konusu stratejik noktalarda kümelenmiş ve dış menfi tesirlere bağlı gayri Türk yığınakların tasfiyesi idi ki bu tehlikeli hal, bilhassa Ege bölgesinde ciddi vehamet arz ediyordu.” (13)
Celal Bey görünürde şu ana kadar sıralanan işleri yaparken, arka planda bölgenin “efe-zeybek” namında ne kadar eşkıyası varsa onları teşkilata “silahşor” kaydına soyunur, yeni “milli” çeteler teşkiline girişir.
Bölgenin vilayet, sancak ve kazalarının cümle yüksek erkânı emrindedir; valiler ve diğer memurlar resmen işe müdahale eder görünmeyecektir. Havalinin namlı efeleri, kanlı çeteleri “bir türlü” yakalanamaz olur!
Meselâ o emir kulu kaymakamlardan biri, Çeşme Kaymakamı Hilmi Uran:
“Çeşme’de Rum muhaceretinin sebebi tamamıyla ruhidir. Bunu, Rumların birdenbire mahiyetini bilmedikleri meçhul bir korkuya kapılmış ve bilhassa hayatlar için her şeyden şüphe eder bir duruma düşmüş olmalarında aramalıdır…”(14) der!
Yani Rumlar “ürkmüş, korkmuş, kaçmış”tır. İzmir civarındaki, bilhassa sahil kazalarındaki Ortodoks Rum millet nasıl ürkütülür?
Aklınıza geleni sıralayın: Yağma, evlerini ve ürünlerini yakma, hırsızlık, tecavüz ve türlü kirli işler. Hasılı, İzmir ve çevresindebir buçuk milyon Rum asırlardır yaşadıkları topraklardan sürüp çıkarılır…
Celal Bey’in sırtında bir yük daha vardır ve altından kalkılacak gibi değildir:
“Sermayenin Türkleştirilmesi”! Nasıl olacaktır bu “Türkleştirme” işi?
Arnavut, Çerkes, Moralı, Giritli gençleri, Rumeli diyarları gençlerini “Türkleştirme” işi değil ki bu, “ırkçılık” küpüne daldır çıkar, “al kanlara boyansın!..”
Oysa İzmir, “İhtilalci-Fetihçi” İttihat Terakki Cemiyeti’nden çok evvel bu meseleye el atmış, tartmış, tartışmıştır.
“Biz her türlü refah ve saadetimizi, servet ve terakkiyatımızı (ilerlememizi) istihsal (elde etmek) için her hizmeti, her gayreti.. hükümetten beklemeye alışmış bir milletiz… Çünkü henüz öyle bir seviyede bulunuyoruz ki çalışmak nedir, mülk ve millet için teşebbüsatı ciddiyede (ciddi girişimlerde) bulunmaktan hasıl olacak menafiyi maddiye ve maneviye (maddi ve manevi fayda) neden ibarettir, bunları faaliyetimizle göstermeye kadir olamadığımız(ı)… hepimiz itiraf ederiz…” (15)
Sanki Rumlar, Ermeniler, İhtilalci Fetihçilerin dillerine doladıkları kapitülasyonlar “yerli ve milli” sermayenin yatırım yapmasının önüne set çekiyor. Anadolu dışında hemen bütün İzmir gazetelerinde Ahenk’in yazdıklarına paralel görüşler okunur. Lâkin Anadolu, “Darbeci-fetihçiler” bu gerilikten sadece Müslüman olmayan Osmanlı milletlerini sorumlu tutarlar; Kapitülasyon derler, sermaye, para, ticaret, sanayi onların elinde derler, Türk milletinde yok derler, kırk türlü bahane göstermek mecburiyeti hissederler…
Hatta, pek eskimiş bir tekerleme vardır: “Ama onlar da bize yaptı… Onlara mı bıraksaydık güzel vatanımızı!..”
Baha Tevfik olsa ne cevap verirdi, altı üstü on kelime ile öten o “milli” papağanlara?
“Efendiler, “onlar ve biz” yok! Osmanlı devleti ve Osmanlı milletleri var. O milletler içinden “çok olan”lar içinden, İslâm millet içinden Osmanlı idaresine darbe ile el koyanlar var ve diğerlerini yok etmeye kararlı bunlar. Bunlar “göçebelik” günlerinin, kılıç elde fethe çıktıkları günlerin hayalleri içindeler…”
Baha bu cevabı veremez, 1914 senesinin Mayıs ayında vefat eder. Çok basit bir illetten öldü derler!
Ustalar, güngörmüşler, erenler inanmaz bu ölüme, onlar o genç Baha’yı, İzmir’in hür fikirli evlâdını “derviş” bilir, “zamane dervişi” kabul ederler.
Meyhane Boğazı ‘nın yan sokaklarından bir İzmir şarkısıdır, bir isyan türküsüdür, bir “rebetika”dır yükselir, şehre yayılır gelir.
Kaya kovuklarının cümle saklı masalları susar, arastanın cümle çekiçleri örslere inmez olur, kum kalıba döküm yapan ırgatlar ile ustalar o an işi bırakır, yükselen sese kulak kesilir.
İme ena dervisaki, ah to lego
Pu to dioksan ap’ti Simirni ke olo klego
Ket o rikno sto metisi
Ke fumaro ke hasisi sto kafe-aman
Ah yandım aman (16)
İzmir dervişi farklı, dervişi gani şehir bilinir… Fethi elzemdir!
Masal dibi:
- bkz. masal 3.
- Enfal Suresi, 69. Ayet)
- Prof. Dr. Mehmet ÖZDEMİR, Fetih ve Tebliğ İlişkisi, Diyanet Aylık Dergi, Ağustos 2003.
- Zimmi: İslâm egemenliği altında yaşayan, cizye- harac ödemelerine karşılık hayatlarına dokunulmayan gayrı Müslim millet mensupları.
- bkz. masal 25
- bkz. masal 23
- Zındık: (Zendeka) Dinsiz.
- Selatin: Sultanlar. Selatin camii: Sultan tarafından yaptırılan camii.
- Celal Bayar, «Ben de Yazdım, s.108-109.
- Kalem-Şor: farsça, kalem savaşçısı.
- Salib: Haç.
- “Balkan” şiiri: Tan mecmuası sayı 3, s.41
- Celal Bayar, “Ben de Yazdım”, c7. s.104
- Hilmi Uran, “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Yılları, 1908-1950, İş Bankası Yay. 2007. S.64
- AHENK gazetesi, 9 Eylül 1909, başyazı “Damlaya Damlaya Göl Olur.”
- Ben gariban bir dervişim
İzmir’den kovdular beni
Kendimi içkiye vurdum
Amane kahvesinde afyon tüttürdüm
Ah yandım aman…