Eski Zaman’dır, kervancı, sabahın erinde bokböcekleri güneşi doğurmaya sancıları içindeyken yola çıkan, yollar boyu şehri arzulayandır…
“Akıl ile masalın ayrıldığı vakit”tir, masallar kaya kovuklarına siner, kervancı her seferinde heybesi masallar ile dolu gelir, usanmaz…
Kervancıdır, yol bilir, yordam bilir, yol sorana yol gösterir:
“Var şu dağın ardına, bir kale çıkacak karşına, o görür seni. İşte onun eteğidir aradığın şehir.”
Atlı, kervancıdan evvel varır şehre, dağdan aşağı süzülürken aklı başından gider!
“Bu göl, nice bir göl, bu göl gece vakti uyur mu?”
Körfez’e uzanır işaret parmağı, şaşkınlık tarifsizdir…
Öyle şehirdir ki, kimi sokakları yalı gider, kimi sokakları suya iner, aynalı taşlarla döşeli sokakları yaz güneşinde sevişecek gölgeler saklar…
Büyük kilise köşesinden vurunca uzayıp gider sokağa, Eski Zaman ustaları, taze peştamal kuşanmış kalfaları tutar getirir.
Ustadır sade sanat öğretmez yanındakine, oturup kalkmayı, söylenip solumayı da gösterir dizi dibinde…
O sokağın mekânlarında kalenderler, çelebiler, civelekler, bıçkınlar, dayılar, palikaryalar görünür renk be renk, şen ahenk…
Sokak muhabbetidir, ne yapsan hep “Eski”nin hasretine, “Yeni”nin dertlerine gelir dayanır:
İstimli tekne ki Yeni Zaman icadıdır, Körfez’i yarar yara geleli bir asır vardır.
“Şimendöfer” Yeni Zaman icadıdır, ovalarda zeybek misali dolana dolana gezeli yarım asrı bulur.
Günden güne kervan geçmez olur haramisi bol dağ yollarından. Eskiler kervan özler olur…
“İnsana aç bu şehir” lâfı dillere düşeli bir asrı bulur… En ziyade adalar insanıdır kopar gelir…
Gelen diliyle, diniyle çıkar gelir.
“Olsun, her gün artan iş, her gün artan aştır, bu şehir çok yük kaldırır…”
Lâkin iki yük vardır ki, o iki yükü kaldırabilmek için hem niyet, hem insaniyet, hem de hürriyet ister.
“Biri dildir, biri din!..” Kimseler itiraz etmez aksakalın sözüne…
“Eğer ki dillerin kısmetine mani olan olmaz ise, dillerden dil doğar,” der ustalar…
İzmir kısmetlidir, milletlerinin türlü dilinden olma bir dili vardır, “Zimirneyka”…
“Zmirneyka”: İslâm milletin Türki dili, Farsi dili, Rum milletin Yunani dili, Ermeni milletin dili, Yahudi milletin “Ladino” dili; İngiliz, Fransız ve illâ ki İtalyan dilinden türlü tatlar alır, tadından yenmez olur!..
“Eğer ki dinler dinlere düşman olmaz ise, o kulların bahçesinde ayrıksı güller açar,” der güngörmüşler.
İzmir kısmetlidir, dini dinine bakar, dindarı dindarına selam verir, bu hal insan evlâdına bir çeki düzen verir…
Zaman, dünyanın İzmir’e, İzmir’in dünyaya yürüdüğü zamandır. Her gün, bilemedin gün aşırı İskenderiye’den Marsilya’ya, Beyrut’tan Liverpool’a kadar; Girit’ten Batum’a vapur kalkar bu limandan…
Sade Amerika seferi biraz seyrektir, her on beşte bir beyaz mendil sallanır “Newyork” vapuruna!
Şehrin dünyalı olduğu, dünyadan öğrendiğini yaptığı, dünyanın bilmediğini yapıp sattığı zamandır.
Osmanlı’nın İslâm ekabiri; beyler, paşalar, ağalar Yeni Zaman’ı görür, görür, ama …
İslâm ekâbirin gözünde olan, gönlünde olan hüner değil, sanat değil, topraktır, sade “fetih” ve altın…
Osmanlı çok milletlidir. Milletleri yekpare değil, sınıf sınıftır, kat kattır, çeşit çeşittir…
En üstte “Milleti Hakime” oturur, yani İslâm millet…
İslâm millet de, hem zenginlik, hem rütbe, hem mezhebi bakımdan sınıf sınıftır.
İslâm milletin hemen altında Rum milleti oturur; onun da altında bir başka Rum millet daha oturur ki ona Ermeni millet derler.
Ermeni milletin altında kalan çividi mintanlı Yahudi millettir… Gayrısı sınıf bile değildir…
Rum, Ermeni, Yahudi millet de katman katmandır; devlete yanaşmış olanlar, ticarete bulaşmış olanlar, yükünü tutmuş olanlar ve gayrısı… Çok olanlar bu gayrısıdır, türlü sanat erbabıdır onlar.
* * *
Üç kıtaya hâkim Osmanlı’da; ezanların çanlara karıştığı, akşam duası ile akşam ezanının tek bir dile, tek bir dine dönüştüğü, seslerin seslere karıştığı şehirlerden bir şehirdir İzmir…
Yalnız, İzmir, Hıristiyan mabedinin çan kulesinin, İslâm mabedinin minaresinden yüksek olduğu tek şehirdir!
Çok sınıflı, ziyade katmanlı İzmir’de taze iki sınıf doğar Yeni Zaman’da: Frenk lisan “burjuva” ve “proletarya” der bu iki taze sınıf insanına.
İzmir lisanında “ırgat” derler “proletarya”ya. Burjuva her yerde burjuvadır, tüccardır, kumpanyacıdır.
Her şehrin burjuvası elmanın kurdu gibidir, kendi içinden ürer, lâkin şehrin “ırgat”ı yetmez şehre; Yeni Zaman’da ırgat üstüne ırgat biner şehre dört bir yandan, ırgat sınıf Hıristiyan’dır, Yahudi’dir ve saire…
Yeni Zaman ki, bir ismi de “İstimli Zaman”dır; kervanlar devrinde deve yüküyle gelen misal, masal ve hikmetlerin yerini bu yeni sınıflı Yeni Zaman’da vapur vapur yeni fikirler alır…
İzmir, yeni fikirlere dört elle sarılır…
İzmir çok dinli, çok dilli, çok sesli, çok sınıflı ve lâkin iki zamanlı, iki hayatlı ve ortak dilli bir şehirdir:
İki zaman ve iki hayat: Eski Zaman, Yeni Zaman; Eski Hayat ve Yeni Hayat.
Yeni Zaman’ın Yeni Hayat’ında cami haziresinden, kilise avlusundan, havra pencerelerinden bir telaş havalanan güvercinler Nif Dağı’ndan akan güneşi şehre getirir ve her dilden selâmlar verilir, tıpkı Eski Zaman’da olduğu gibi:
“Sabah şerifleriniz hayrolsun!..”
“Kalimera sas!..”
“Pariluys!..”
“Şalom!..”
Nif Dağı’nın taş tanrılarıyla seviştikten, şehrin tepesinde gün boyu dolaştıktan sonra, Körfez kapısından çıkarken denizi kızıla bular güneş, lâkin Yeni Zamanın bir vaktinde bir başka ele gittiğinin farkında değildir.
Güneş bilmez, gemi bilmez, gemici bilmez, ama deniz bilir yerini, balık bilir yönünü; burası Osmanlı mülkü değildir artık, Yunanistan Krallığı mülküdür.
Hâl böyle olunca, Yeni Zaman İzmir’i, Osmanlı’nın orta yerinden hududa sürülmüş olur, lâkin aldırmaz yolunda yürür…
O vakit, o yolda gidenler, İzmir’in Yeni Zaman zenginleri oturur, bir karara varır ve bir mendirek yapılır, İslâm millet kocamanlarından bir Allah’ın kulu yoktur aralarında. Akılları ermez Yeni Zaman işlerine…
İslâm zengini surat assa da, İzmir milletleri yirmi dört saat mendirek ağzında çakan fenerleriyle öğünür…
”Işığı hiç sönmeyen şehir…“ der görenler. “Sönmez inşallah” der güngörmüşler, ustalar, eskiler…
Ve ufka dalar giderler: “Mendirek örüldü örülmesine de, taş tanrı mülkünden sökülen mermer taşlarla örüldü” der, “Ya İzmir’e ahı tutarsa taş tanrıların?..” diye yerinirler.
Hudut şehri olasıya hiç kışla görmemiştir şehir… Padişah otağını da, yeniçeri odasını da bilmez İzmir…
Yeniçeri, Konstantinapol’ün, Balkan topraklarının neferidir… Yeniçeri, fetih mirasıdır, Hristiyan çocuklarının talim ile terbiyesinden eserdir…
Fatih görmeyen İzmir’de yeniçerinin işi ne?
“İzmir asker şehir oldu!” lâfı dolanır olur dillerde.
“Sanayi ve ticaret şehri, Selanik gibi asker şehri mi olacak?” diye sualler gelir kulaklara.
“İzmir Kışla’yı sevmedi” der bilenler ve “Gelen asker de İzmir’i sevmedi“ der ekler…
Ardı sıra topluca gelenler olur şehre…
Hudut komşusundan, Yunan Krallığı’ndan göçen eski Mora ekâbiri sülaleler gelir, yerleştirilir İzmir’e, “hoş geldiniz” der şehir…
Çerkes, Tatar, Giritli gelir, yerleştirilir İzmir’e, civarına, “hoş geldiniz” der şehir…
Gel zaman, git zaman olur, Yeni Zaman’ın bir vaktinde “Meşrutiyet” gelir şehre, şehirde sohbetler sade Meşrutiyet ilânı üstünedir, çiçeği burnunda Kanunu Esasi üstüne yürür olur.
İzmir’in yüz senedir, “Zmirneyka” gibi ilmek ilmek ördüğü “meşruti” bir düzeni vardır, bu yeni hâl, nihayet bütün Osmanlı mülkü için kabul edilmiş, “Kanunu Esasi” senedine bağlanmıştır. İzmir ziyadesiyle sevinir.
“İslâm ile kafir zinhar eşit olamaz!” diyen İslâm eşrafı pek sevinmez.
Nitekim, “istemezük” diyen eşraf; beyler, paşalar, ağalar allem eder, kallem eder padişaha bastırır, senesi dolmadan Kanunu Esasi’yi süresi belirsiz rafa kaldırtır…
Meşrutiyet rafta durur, lâkin “gâvur şehir” aldırmaz yoluna gider, hem büyür, zenginleşir, hem “hürriyet” ister…
Meşrutiyet inkılâbını, hürriyeti isteyenleri çoktur şehrin: Kumpanya ırgatları ister, Fasula meydanı yaranı ister, Namazgâh kıraathaneleri ister, türlü dergâhlar ister…
Her milletten meşrutiyet isteyene zindanlar mekân olur.
Doğruya doğru: İzmir Rumları Yeni Zaman’ın en önde gidenidir. Kendi milleti içinde de “meşrutiyet” mücadelesi verendir.
Rumlar, kiliseye başkaldırır, direnir, okullarını kilise avlusundan, papaz cübbesi eteğinden çekip alır. Kızlar ve oğlanlar için, “laik” eğitim veren ayrı okullar kurarlar.
İzmir Ermenileri de Rumlara benzer, meşruti adımlar atar…
İzmir, “ittihat” fikrinden; din farkı bilmeden, dil farkı demeden, yani bütün Osmanlı milletlerin bir arada yaşamasını, birlik olmayı anlar; “terakki” fikrinden, bütün Osmanlı milletleri, din farkı demeden, dil farkı demeden “eşit haklı” vatandaşlar olmayı anlar…
Selanik, Manastır zabitlerinin aklına “İttihad” fikri durduk yerde gelmez; Saray’dan gelir, Abdülhamit’in “İttihadı İslâm” fikrinden gelir, cümle İslamları halifenin, Osmanlı’nın bayrağı altında bir araya getirmekten gelir… Mülkünü, topraklarını koruyabilmek için bu şarttır!
“İttihad” fikri, genç zabitlerin, Osmanlı esaretine başkaldıran ve bağımsızlık kazanan Balkan milletlerine karşı harp ederken, Osmanlı Hıristiyan milletlerine kinle, nefretle dolu “fikir” ile beslenmelerine verilen ruhsattır; İslâm birliğidir… Yeni Zaman’ın bir vaktinde “Türk” olduklarını, “Turan”dan geldiklerini bellerler…
Hristiyan Alman hocalar elinde yetişmiş “Müslüman” zabitlerdir onlar! “Türk” fikrini, “Turan” fikrini Alman hocalardan öğrenmişlerdir…
İçlerinden bir Allah’ın kulu çıkıp da sormaz “Bu Alman beni niye sever!” diye…
* * *
Resmi defterlerde, 23 Temmuz 1908’de Manastır’da top atışlarıyla “Meşrutiyet ilân edildi” yazar. Cümle “ittihadçı-ihtilalci” zabitler bu günü “Hürriyet Bayramı” bilir.
24 Temmuz 1908’de Padişah “Kanunu Esasi”yi raftan indirdiğini ilân eder. İzmir bu günü “Hürriyet Bayramı” bilir.
Bu “bir gün”lük “bayram” farkı, bir asırlık farktır. İki “bayram” arasındaki fark, iki zihniyet arasındaki devasa farktır.
Resmi defterlerde iki zihniyetin farkı, “kahramanlar” sayfasında da ayan beyan görülür:
Şair Eşref, Tevfik Nevzat ve Bahâ Tevfik’in adı o sayfalarda geçmez de, “Geyikli Zabit” ile saray damadı ve saray soyguncularının adı “hürriyet kahramanı” diye yazılır.
“Bu memlekete meşrutiyet geldi” resmi yalanı, mekteplerde tek “hakikat” diye ezber ettirilir…
Günü gününe şu sözler değil midir defterine düştüğü Baha Tevfik’in:
“Biz (milleti hâkime) daha siyasi oluşumun çocukluk durumunda bulunduğumuzdan, hak ve hürriyete akıl erdiremiyoruz…”
İşte hakikat budur!
Resmi defterler “Selanik darbecileri”için İttihatçı diye yazar… Yalandır, darbecidir, ihtilalcidir onlar…
Hakiki İttihatçı, “Halkın mütegallibeye vermek zorunda olduğu çeşitli vergilerin kaldırılması, zorbaların hizaya getirilmesi”ni talep eden İzmirli Istepan Efendi’dir, Baha Tevfik’tir, Şair Eşref’tir.
“Selanik darbecileri”; “Meşrutiyet” değil; kuvvetli, şiddetli ve sıkı bir idare ister; “Her kafadan bir ses” değil, “tek kafadan tek ses” çıkaran “tek millet” ve “tek din” etrafında bir “ittihat” ister…
İzmir, Selanik “komitacı”larının hiç istemediği bir yoldadır. Selanik zabitleri İzmir’i hiç sevmez!
İzmir, çok dinli, çok dillidir ve dünkü “milleti mahkûme” nin bugün zengin olduğu yerdir…
İzmir’de Hıristiyan Müslüman ile “eşit hak sahibi” olmaktadır! Ayaklar baş olmaktadır!
31 Mart 1909’da “irticai isyan” olduğu koca bir resmi defter yalanıdır!.
Ne “din elden gidiyor”, ne de “meşrutiyet elden gidiyor” bahanesi hakikattir.
Selanik ihtilalcileri İstanbul’a yürümek, iktidara yerleşmek için bahane yaratır, hakikat budur!
Resmi defterlerde bu “darbe” bir “kahramanlık” hikâyesi gibi anlatılır. Eşkiyalığın adı “Bab-ı Ali Baskını” olur, eşkıyalar “kahraman” olur, böyle “kahramanlık” yol olur…
Bab-ı Ali Baskını’nda, Harbiye Nazırı Nâzım Paşa “İhtilalci İttihatcı”lar tarafından öldürülür.
Bab-ı Ali Baskını’nda, sadrazam meşrutiyetçi Kâmil Paşa’nın kafasına silah dayarlar, istifa ettirirler. Bunu yapanlar, resmi defterlerde ve resmi ağızlarda “kahraman”dır!..
Kahramanlar kısa süre zarfında kendileri dışında bütün siyasi partileri kapatır, “tek parti” düzeni kurar, yazan-çizen-düşünen insanları zindanlara atar, sürgüne gönderir.
Bunları yapanlar resmi defterlerde “meşrutiyetçi” ve “kahraman” sıfatıyla bilinir, bildirilirler…
* * *
İzmir; burjuvazisi ve işçi sınıfıyla, Hristiyan milletlerin kadın hareketiyle, “laik” eğitim seferberliğiyle ve milletlerin mahallelerde karışık yaşamaya başlamasıyla, diğer Osmanlı şehirlerinin çok ilerisinde bir “eşit haklı” toplumsal hayat içindedir ve İzmir “özerk” bir şehirdir.
İzmir’e, Celal Bey namında bir “İttihatçı-Fetihçi” başı gönderilir, bölgenin “efe-zeybek” namında ne kadar eşkıyası varsa onlarla “milli” çete kuvvetleri oluşturur, sahil kasabalarına “öncü fetih” akınları düzenler. Bir milyonun üstünde Ortodoks Rum yurdundan sürülür.
Goeben ve Breslau adlı iki Alman gemisinin Hristiyan Alman askerlerine fes giydirilerek, gemilere Yavuz ve Midilli isimleri verilerek, Rusya sahili bombalanarak, bir “oldu-bitti” ile harbe girilir.
Harp; çarşı, arasta ve bedestenlerdeki ustaları, Namazgâh ve Fasula’daki güngörmüşleri derinlere daldırır, kederlendirir:
“Gâvur İzmir dar-ül harb, harp yeri olmasa bari! İhtilalci-darbeci tayfa İzmir’i fethe kalkışmasa bari!”
İnşallah olmaz, veya “Keşke olmasa…”
Tanzimat ile, Islahat ile, Meşrutiyet ile gelen “eşitlik”, Saray ve İttihatçı iktidarca istenmeyen bir haldir.
Harp, İslâm ile İslâm olmayanı, Türk ile Türk olmayanı “eşit haklı vatandaş” yapmaya kalkanları susturmak, sindirmek, yok etmek için bir büyük fırsattır.
Harp, İzmir’in “fethi”için ve sair Hıristiyan ahali yaşayan yerlerin “Hristiyansızlaştırılması” için “bir büyük fırsattır.
Yeni Zaman’ın “Harbi Umumi” vakti, “Tabiat kanunları hükmettiğinden aynı dili konuşan, aynı dine bağlanan yekvücut bir Osmanlılık hâkim olacak…” diyen Doktor Nazım gibilerin beklediği vakit olmasa bari…
Doktor Nazım muradına ermese bari…
-SON-