Hâlâ Görme Bozukluğu Devam Ediyor

** ** **

Muhterem Lütfi Fikri Beyefendi; evvelki günkü baş makalesinde üç gün evvel yine bu sütunlarda “Muhalefetin Birleşmesi Gereği”ne dair yazmış olduğumuza değiniyorlar. Adı geçen pek ziyade yüklendiğimiz bir siyasi şahsiyet sahibi oldukları için düşünce ve inançlarını sadece sessizlik ile geçiştirmeye razı olamadık.

Esas itibarıyla Lütfi Fikri Bey’in ve bizim düşüncelerimizde, gayelerimizde özel bir ayrılık, gayrılık yok. Yalnız bazı görüş noktalarında (1)  birbirimizden –ümit ve temenni edelim ki geçici olarak- ayrılıyoruz.

Gerçi Lütfi Fikri Bey’in söyledikleri belki bugün memleketi kurtaracak bir tek çare varsa o da on seneden beri kanlı ellerinde meşum bir cendere gibi sürüklenen ve sürüklendikçe milletin hayatının bütün can suyunu ezen, zedeleyen ihtilale kati bir nihayet vermektir. Biz öyle zannediyoruz ki memleketimizde bu meşum ihtilali temsil eden, daha doğrusu milletin kurtuluş hedefine yönelmiş olarak doğan bu emeli kendi cani emellerini tatmin; kötülükler saltanatını takviye yolunda (bir-iki kelime sansürlü) “speküle” eyleyen tek kuvvet İttihat ve Terakki ocağıdır.

Meşrutiyet’in ilânından beri hiçbir fırka, hiçbir kitle İttihat çetesi gibi emellerini zorla ve şiddetle, öldürme ve yıldırma ile, ihtilal ile (iki kelime okunmuyor) çalışmamıştır. Siz, Celal Nuri Bey’in(2) Hürriyet ve İtilâf’a da bir “klik” süsü vermeye çalışmasına kulak asmayın. Eğer “Hürriyet ve İtilâf” Mir (okunmuyor)nin buyurduğu gibi yoldan çıkmış ve baskıcı bir zümre olsaydı bu gün; hatta nihayette bile karışmayacak bir acizlik ve ümitsizliğe terkedilmiş yapyalnız olmaz, o da kendi haline göre bir Enver, bir Talât yetiştirerek –İyi, kötü- bir varlık, bir kudret gösterirdi. Hatta biz daha ileriye giderek diyeceğiz ki Hürriyet ve İtilâf (327)de (1911) de İttihat ve Terakki’yi bir ihtilal ile devirmedi. Hareket gayesi bir ihtilal gayesine benzetilse bile her halde ona erişmek için kullanılan vasıtalar meşruydu. Hürriyet ve İtilâf; (okunmuyor) en doğrusu o zaman çeteciliğin ikiyüzlülüğüne karşı bir bayrak altında toplanan bütün muhalifler hiçbir zaman kanlı, barutlu, sıkıyönetimli, (idam) sehpalı bir siyaset takip etmemişler, Meclisi Mebusan’da çoğunluğu kendi taraflarına toplamak; kanuni ve fikir üstüne gösterilerle milli emellere tercüman olmak; ve nihayet Arnavutluk’ta ve ihtimal ki şimdi burada – … uzun sürecek … – ortaya çıkana olayın hazırladığı zemininden istifade edilmek suretiyle zorbaları atmaya muvaffak olmuşlardı. Fakat bu muvaffakiyetlerinin ertesinde –yerine geçtiklerinin taban tabana zıddına olarak-  lüzumundan fazla kanuna saygılı, manasız derecede şekil ve usule bağlı kalmışlar ve hatta münasip bir vakit ve fırsat besleyen düşmanlarının en alçaklarını bile hizaya çekmek ve tepelemeksizin sıkıyönetimi kaldırıvermişlerdi! Bu soğukkanlılıklarının cezasını ise hem kendileri yeteri dercede çektiler, hem de kanadı, kuyruğu yolunmuş, güçsüz bir kuşa dönen bu talihsiz memleket!

Hiç insan üzerine tabancayla saldıran bir caniye: “Aman böyle hareket etme, çünkü ceza kanununun şu maddesine çarpılırsın!” diye karşılık verebilir mi? Her şeye kendi aynıyla karşılık vermek –bilhassa siyaset- bir temel ilkedir. Kim iddia edebilir ki Napolyon Bonapart meşhur “Brumer” vakasını yapıp sonuçta direktuvarı ortadan kaldırıp ve konsüllüğü tesis eylemeseydi; Fransa’nın o karmakarışı ve kanlı ihtilali bu derece değişikliklerle durulur muydu?

O bakımdan memleket düşmanı olan o (vatan dışındaki) çetecilerin kötülüklerinden kurtulma için Hürriyet ve İtilâf bayrağı altında birleşen kitleyi millet eğer 327’de (1911) vazifesini sonuna kadar yapmış; gayesine tamamen erimiş bulunsa ve İttihatçılığın ocağına incir dikseydi, az ve çok tereddütlerden, çekinmelerden,  belki sarsıntılardan sonra olsa bile yine uyuklayan şeyin yerine bir yenisinin, daha sağlam, daha medeni, daha asri bir şekilde kurmak kolaylaşır ve pek ziyade olasıdır ki o zaman başlanılacak olan bu bina şimdiye kadar vücut bulabilmiş olurdu. Lakin o zaman Hürriyet ve İtilâf böyle yapmadı. Ateş üzerine gül serpmekle geçiştirilir zannetti. “Yıkacağım” dediği binayı ancak sarsabildi. Fakat bir, iki taşını düşürmekten başka bir şeyi yapamadı. Halbuki o yıkıntıları eşelemek İttihat ustaları için işten bile değildi.

327’de (1911) İttihat ve Terakki ortadan bir süreliğine siliniverince ve her zamanki gibi meydana çıkardığı sureti haktan görünen çığırtkanlarıyla çetenin artık dirilemeyeceğini etrafa yaymaya başlayınca zavallı safdil muhalifler buna kanmışlar ve sevinçlerini ayyuka çıkararak her şeyi unutmuşlardı. Bu neşenin sarhoşluğunu Allah tekrardan saklasın –çok acı ve çok ağır oldu.

Bugün de aynı şey oluyor. Biz diyoruz ki: “İttihat ve Terakki ölmemiştir, bütün … teşkilatıyla hala yaşamakta ve hâlâ (bir-iki kelime sansür) dinsizlikteki son kabiliyeti kadar eminim ki hazırlanmaktadır. Eğer bu daha ziyade artarsa varlığımız gidecek, binaenaleyh bu tehlikeyi –ki son seçimlerde bütün çıplaklığıyla meydana çıktı- kovmak ve yok etmek boynumuzun borcudur. İttihat ve Terakki ancak karşısındaki muhalifleri dağınık, zayıf ve az sayıda görürse kıpırdanmaya başlar. Bundan dolayı tabii ki 1327’de (1911) olduğu gibi vatanı İttihat tehlikesinden kurtarmak için İttihat ve Terakki’nin dışında kalan ve tabiatıyla ona muhalif olan kitleler birleşmeli ve tehlike kesinlikle yok oluncaya, tabii haline dönünceye kadar direnen bir bölük teşkil etmelidir.

Teşekkür olunur ki, bu sefer bu kanaatte yalnız kalmıyoruz; sözünü ettiğimiz zümrenin bütün bileşenleri bu boynumuzun borcuna –derece, derece olsa bile- inanmıştır. Yalnız hâlâ şekle fazla değer vermekten kurtulamayanlar; hâlâ saf tabiatlarını tamamen gideremeyenler var. Muhterem Lütfü Fikri Bey de –aflarına sığınarak söylüyoruz- seçimlerde aldıkları derse rağmen hâlâ bunlar arasında gibi görünüyor.  Kendisinin fikrince 327 (1911) meselesini tekrar etmek uygun ve isabetli değilmiş; çünkü o zaman hep “yıkmak” gayesi etrafında toplananlar yıktıktan sonra yapmak devri gelince apışmışlar; aralarında birlik mevcut olmadığı için hiçbir şeyi yapamamışlar, şimdiyse esasen ortada yıkılacak bir şey yokmuş, İttihat ve Terakki yerdeymiş, onun için bugün yapmak, yani iş başına gelip iş görmek devrinde imişiz.

Biz bu fikirlere iştirak etmiyoruz. Bizim kanaatimizce 327’de yıkma hareketi başladı, fakat tamamlanmadan kaldı. Bundan dolayı İttihat ve Terakki tekrar hortladı. Ateşkesten sonra ise –şu biz kendi çalışmamızla, kendi irademizle- İttihat ve Terakki’ye karşı 327’deki kadar bile bir hayat belirtisi göstermedik. Dolayısıyla o da tabiatıyla yeniden gelişme imkânı buldu. Hatta iki, üç ay evvel Anadolu’da filizlenmeye başlamışken, şimdi dal budak salıyor. Eğer İttihatçılık hakikaten yere yıkıldıysa, son İstanbul seçimlerini nasıl yorumlayacağız? Eğer İstanbul seçimleri de  İttihat ve Terakki’nin dirildiğine belli başlı bir delil değilse; eğer son mebuslar İttihatçılık lekesinden arınmış idiyseler, o halde Lütfi Fikri Beyefendi’nin istifasına ne sebep vardı?

Lütfi Fikri Bey istifa mektubunda açıkça ve cidden kendilerine has olan medeni bir kuvvetle İttihatçılar arasında bulunmamak, onlar tarafından seçilmiş olmak aşağılanmasını kabul etmemek için milli vekillik hakkından vaz geçtiklerini yazmışlardı. Demek memlekette İttihatçılık tehlikesi mevcut olduğunu kendilerinin de üstü kapalı değil açıkça itiraflarındadır. O halde kaderimizi tayin etmek üzere bulunduğu böyle bir günde bütün belaları üzerimize çekmiş olan o meşum cadının boğazını sıkmak; enkaz ve kötülük üzerine kurulan o netameli çeteyi sakinlerinin kafasına yıkmak –ocaktan nasip almamış- her vatanperver için bir din, millet ve namus borcu değil midir?

Hayır Lütfü Fikri beyefendi! İttihat ve Terakki kıpırdanıyor ve herkesten iyi zatıaliniz bilirsiniz ki bu yılan depreştikçe bu memlekette iyilik namına bir şey yapmak imkanı yoktur. Bu yüzden her şeyden evvel bu yılan ezilecektir ve bu yılan ancak söylediğimiz gibi bütün muhalefetin birliği sayesinde ezilecektir. Onun için ilk vazifemiz –sırf bu gaye uğrunda- hemen birleşmek, muazzam bir blok suretiyle medeni dünyaya karşı milletimizin asil yüzüne sürülen lekeyi temizlemektir. Evvela bu birlik kurulsun; söylendiği gibi bu muazzam kitleyi hakkıyla temsil edecek bir birlik olmuş cemiyet toplansın; ondan sonra Lütfü Fikri Beyefendi’nin konu ettikleri, şahısların etrafında toplanma; yahut bir şahsa yetki ve fevkalade isimler (meselesi) görüşülür, münakaşa edilir. Muhaliften evvel kötülük edeni yetiştirenlere hazır olmak lazımdır. Bu meseleye tekrar döneceğiz.

***

Refii Cevat, Alemdar 30 Aralık 1919, başyazı.

Foto: Mebus adayları toplu halde.

not: Refii Cevad 1890 Şam doğumludur. Galatasaray lisesi mezunudur. 1909’da Alemdar gazetesini çıkartır.1914-1918 yılları arasında İttihatçılar tarafından Sinop, Çorum ve Konya’ya sürülür. İttihatçılar ve Ankara aleyhindeki yazılarından dolayı “Yüzellilikler Listesi”ne alınır (1922) ve  yurt dışına sürülür, ancak 1938’de “af”la döner. Yeni Sabah gazetesinden sonra köşe yazarlığına 1953’ten itibaren Milliyet’te devam etmiş, 1968de vefat etmiştir.

  1. Lütfü Fikri (1872-1934): Paris’te hukuk öğrenimi gördü, Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda Dersim milletvekili olarak bulundu. 1920 seçimlerinde bir aralık İttihatçıların “mili birlik-beraberlik” propagandaları etkisiyle onların listesinden mebus adayı olduysa da, çok geçmeden istifa etti. Cumhuriyetin kurulmasının ardından hilafetin kaldırılmasına karşı çıktığı için, İstanbul’da toplanan İstiklal Mahkemesi’nde 5 yıl kürek cezasına çarptırıldı.
  2. Celal Nuri (İleri): Kardeşi Suphi Nuri ile kurdukları “İleri” gazetesi başyazarı. İslâm birliği anlayışını ve ardından Türk milliyetçiliğini savundu. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Gelibolu mebusudur ve Malta sürgünleri arasında yer alır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s